Sporun geldiği noktadan mutlu muyum? Hayır. Sporun geleceğinden ümitli miyim? Hayır. Sporu takip etmeye devam ediyor muyum? Evet.
Sporun modern gladyatör dövüşü olduğu düşüncesinde olan insanlardanım. Bizi diri tutan bir şeyler hâlâ var. Alonso, Max ve Hamilton dışında gridde beni heyecanlandıran pilot yok. Dönem dönem bazı geçişler, refleksler heyecanlandırsa da bir bütün olarak bunu yapabilen başka kimse yok. Belki Piastri biraz heyecanlandırıyor, Kimi’nin gençlik yıllarındaki gibi hisler uyandırıyor ama daha fazlası değil. Onu da seneler içerisinde göreceğiz.
Hamilton’ın Ferrari kararı beni şaşırtmıştı çünkü herkeste olduğuna inandığım kırmızı zaafiyetine rağmen kafamda olduramıyordum. Doğrusu hâlâ kırmızı tulumla hayal edemiyorum.
Bugün paylaşılan gönderi birçok insan gibi beni de heyecanlandırdı. Her ne kadar son günlerde iki Ferrari F40 videosu gündeme üzücü bir şekilde düşse de bugün bu modelin öne çıkarılması oldukça stratejik. Hamilton, tıpkı Sir ünvanı aldığı gün gibi oldukça şık bir şekilde karşımıza çıktı.
Doğrusu kırmızıların mezarlığında bir mezar taşı daha görüyorum. Hamilton, özellikle son birkaç yarışta kendinden beklenmeyecek hatalar yaptı. Konsantrasyon bozukluğunun sebebi yaşı mı, yaşadıkları mı şu an için bilemeyiz ancak Ferrari, birçok pilotu harcamakta endişe duymadı. Leclerc ile birlikte Hamilton ne yapacak diye düşündükçe heyecanlanıyorum fakat hiçbir beklentim yok. Belki takımın da bir beklentisi yok. Bildiklerini aktarması, Leclerc’i yetiştirecek master olması bile yetecek onlara. Olası bir sekizinci şampiyonluk, şampiyonluk hasreti çeken Ferrari’yi ve İtalya’yı kasıp kavuracaktır. Belki de bu ihtimâlin hayali satın alındı.
Bu yazı herhangi bir bilimsel amaç içermediği gibi tüm görüşlerimi kişisel görüşlerim olarak değerlendirmelisiniz. Hâliyle kişiden kişiye farklılık gösterebilir, anlamsız gelebilir.
Son günlerde sıkça gündeme gelen ve üzerinde herkesin bir şekilde suçu bir başkasına attığı Şehirlere Göre En Yüksek On Trafik Gecikme Süresi istatistiğinin sonuçları, şapkayı önümüze koyup düşünmemiz gereken çok büyük bir problemi işaret ediyor.
Türkiye, cumhuriyetin kurulduğu günden bugüne bir enflasyon sarmalı içerisinde yer aldığı içindir ki insanların büyük bir kısmının paraya olan yaklaşımı tasarruftan ziyade harcama yönünde oluyor. Kimisi ev, araba alamayacağı için gününü geçirecek parayı kazanıyor ve yaşıyor, kimisi de değeri sürekli düşen Türk Lirası ile borçlanarak bir şekilde mal sahibi olmayı hedefliyor. Günün sonunda değişmeyen tek şey, mal sahibi olmak bizim ülkemizde büyük bir kesim için bir güvence. Geç gelen zenginliğin sonucu olarak düşündüğüm lüks düşkünlüğü de birleşince insanlar bu yönde para harcamayı seviyor. Burada bahsettiğim lüks sadece materyâl anlamında değil, konfor gibi öğeleri de içeriyor. Bu nedenle trafikte kaybedilen süreyi göz ardı ederek klimasını kendi ayarladığı, termosundan kahve içebildiği sürece bu lüksten vazgeçmek birçok insan için imkansız hâle geliyor.
Piramidin ilk basamağını tamamlamış olsun olmasın, parası otomobil satın almaya yeten herkes bir şekilde satın almak için çabalıyor. Seyahat etme özgürlüğü sağlaması bir yana, herhangi bir sebepten ihtiyacı olan insanlar için zaten gereklilik hâline geliyor. Bazı durumlarda toplu taşıma ile ulaşım problemini çözemediğiniz anlar olabiliyor, bunun ne yazık ki farkındayım ve otomobilimden vazgeçememe sebebim de bunlardan birisi.
Yaklaşık on senedir otomobil sahibiyim, dört tekeri olan herhangi bir otomobili sürmek benim için çoğunlukla keyif veren bir aktivite ancak İstanbul’da gereklilik dışında otomobil kullanmanın zevk veren bir yanı kaldığını düşünmüyorum. Özellikle pandemi dönemindeki ekonomik ve hijyen kaygılarıyla artan otomobil sahipliği, artan nüfusla birleşince trafik günün her saatine yayılan kronik bir problem hâline geldi. Yerel belediyelerin konut ve işletmeler özelindeki otopark duyarsızlığı, hükûmetin İstanbul’u cazibe merkezi hâline getirmeye devam etmesi ve paralelde yaşam maliyetlerinin katlanarak artması bizi hem kronik bir trafik sorunuyla hem de toplu taşımanın pahalılaşmasıyla baş başa bıraktı.
Visual Capitalist’in 2024 ortasında yayınladığı makaleye göre otomobil sahipliği oranında Avrupa’nın sondan ikinci ülkesiyiz. Listenin tepesinde her bin kişide 761 kişiyle Polonya yer alırken Türkiye için bu sayı 220. Bu oran daha yüksek olsa, büyükşehirler özelinde neler yaşardık merak etmiyor değilim.
Herhangi bir geliri olmadığı varsayılan öğrenciler için ulaşım, günümüz ekonomik koşullarını düşününce çalışan bir insana ucuz gelebilir. Bana göre hiçbir geliri olmayan bir insandan ücret almak kabul edilebilir bir şey değil. Kafamdaki devlet anlayışında bu kişilerin ücrete tabi tutulmaması gerekiyor. Diğer taraftan tam bilet dediğimiz ve toplumun büyük bir kesmini ilgilendiren bilet kullanımı tek basımda 27, aylık abonmanda ise yaklaşık 2120 lira. İki yetişkinin yaşadığı bir evde abonman maliyeti 4240 lira. Üstelik bazı özel durumlar var ki bu abonman maliyetinin üstüne harcama gerektiriyor. Dolmuş, minibüs kullanımı vesaire. Bugün bu bedel küçük sınıf bir otomobil için neredeyse iki depo benzin parasına denk geliyor. Hâl böyle olunca insanları toplu taşımaya çekmenin bir cazibesi kalmıyor diye düşünüyorum.
Elbette bu denklem çok sığ, otomobilin tek gideri yakıt değil. Bakımından sigortasına, otoparkından olası hasarlara; geçen sene otomobilim için toplamda 150 bin lira harcamışım. Ki bu otomobil mevcut ekonomik şartları düşündüğünüzde işletilebilecek en ucuz içten yanmalılardan birisi. Buna rağmen ayda 10 bin liradan daha fazla bir bedel ödemişim. En fazla 10 dakika içerisinde taksi çağırabileceğimin garantisi olsa otomobil sahibi olmanın hiçbir anlamı kalmaz ancak acil bir durumda ulaşım sağlayamamak ne yazık ki tek başına bu kriteri elemeye yetiyor. Zira bunu birkaç kez acı şekilde tecrübe ettim. Her neyse.
Toplu taşıma sistemleri eleştirilebilir, yöntemler değiştirilebilir, güvenliği arttırılabilir, ucuzlatılabilir vesaire; eğer en yoğun saatler olan saatler dışında toplu taşıma yerine otomobil tercih ediliyorsa burada değişmesi gereken tek şey ulaşım sistemi ve beraberindeki problemler değil diye düşünüyorum. Kaldı ki benim için en yoğun saatlerde dâhi bir şekilde trafiğe takılmadan hedefe ulaşmak, toplu taşımada yaşayacağım yoğunluk ve konforsuzluğu göz ardı edebilmemi sağlıyor. En azından sağlığım bu durumdayken ve dinçken. Camdan yolu seyredip otomobilleri incelediğimde sadece şoför, şoför ve bir yolcu şeklinde birçok otomobil görüyorum. Kapladıkları fiziksel alanı geçtim, harcanan enerjiye ve zamana da oldukça üzülüyorum.
Bölgelere girişlerin ücretli hâle getirilmesi kısa vadede bir yoğunluk azalmasına imkân tanısa da orta ve uzun vadede çoğunlukla bir işe yaramıyor. Bu nedenle kültürel bir dönüşüm yaşamamız, beraberinde de toplu taşıma sistemlerini geliştirmemiz gerekiyor. Şehrin batısından doğusuna olan mesafe yüz kilometreyi aşıyor, böyle olunca küçücük şehirde 20 milyon insan yaşıyor buna katlanmak zorundayız bakış açısı kabul edilebilir gelmiyor.
Ben uzman değilim ancak sonradan edinilen zenginlik ve konfor, vazgeçmesi çok kolay bir şey değil diye düşünüyorum. Gerek yakın çevrem gerekse eş dosttan duyduğum şeyler beni bazen hayrete düşürüyor. Bile bile o trafiğe giriliyor, sunulan her karşı argümana bir bahane uyduruluyor. Günün sonunda ben de yenik düşüp direksiyon başına oturuyorum ve trafikten de keyif almaya çalışıyorum, lâkin birkaç dakika sonra otomobil ile çıktığıma pişman oluyor ve alternatif düşünmeye başlıyorum.
Fahiş ÖTV oranlarına rağmen otomobil satışları düşmüyor, aksine enflasyon korkusundan insanlar oradan buradan buldukları paraları otomobile yatırmaktan kaçınmıyor. Şimdi böyle sorunlar yaşıyorsak bir on yıl sonra neler yaşayacağız çok merak ediyorum…
Tosfed, İstanbul Park’ın işletmesini devraldıktan sonra pistteki ilk resmi organizasyonunu düzenledi. 9-10 Kasım tarihlerinde gerçekleştirilen World RX of Türkiye, serinin son yarışı olması ve şampiyonu belirleyeceği için ayrıca önemliydi. İki günden oluşan etkinliğin sadece cumartesi günü olan ayağına katıldık. Güneşin görünmediği her an tir tir titrediğimiz için pazar günü aynı riski bir daha almak istemedik. Johan Kristoffersson’un yedinci şampiyonluğunu garantilediği yarışı da çıplak gözle izleyebilmiş olduk.
İki günü kapsayan biletlerin fiyatı kişi başı 300 lira, otopark ise iki günlük kullanım için 200 lira olarak belirlenmişti. Bu ülkede asgari ücretin hâli ortadayken bir şeye ucuz demek büyük yüzsüzlük fakat motorsporları gibi organizasyonlar için düşününce fiyatlar görece uygun tutulmuş. Bu sayede özellikle cumartesi günü tribün oldukça kalabalıktı. Pazar günü yarış yayınlarına göz attığımda yağmurun da etkisiyle katılımın az olduğu görünüyordu. Tabii yarış aralarının çok uzun olması da bence bunda bir etkendi.
Parkur pistin son üç virajını ve içerideki toprak alanı kapsayacak şekilde hazırlanmış. Tribün olarak ise Ana Tribün’ün sol kısmı ve hemen sol tarafına kurulmuş Gold Open kısmı belirlenmişti. Üstü kapalı olan Ana Tribün özellikle pazar günü yağmur olduğu için avantajlı olsa da yarışı izlerken Gold Open tarafı daha avantajlı hissettirdi. Asfalt kısımdaki son virajları daha yakından görüyorduk.
Diğer motorsporlarından farklı olarak bu seride hem içten yanmalı hem de elektrikli otomobiller aynı anda yarıştı. Özellikle kalkışlarda elektriklilerin görece avantajlı olduğu belli olsa da içten yanmalıların 0-100 hızlanması 2 saniyenin daha altında olduğu için bu fark çok da açılmadı.
Yarış aralarında drift gösterileri gerçekleştirildi. Bir araç, detayını göremesem de aks kırdı ve çekici ile çekilmek zorunda kaldı. Diğer araçlar gösteriye devam etti ve yarış arasındaki boşlukları doldurdu. Bence aradaki boşlukları doldurmak için yeterli değildi çünkü yarışlar arasında ikişer saat vardı. Elbette bir Formula 1 katılımı olmadığı için etkinlik seçeneğinin çok olmamasını anlayabiliyorum ancak daha iyi vakit geçirmek için ekstra bir çaba harcanmamış hissettirdi.
Hayatımda hiç Duman konserine gitmemiştim. Birçok şarkısını yüzlerce kez dinlemiş olsam da nedense canlı performanslarını hiç merak etmedim. Stüdyo kayıtlarındaki performanslarını sunamayacağını, dinleyici kitlesinin ve Kaan’ın birçok kez göz devirmeme sebep olabileceğini düşünüyordum. Çok da yanılmamışım.
Aylar önce, yeni albümden ilk teklinin paylaşıldığı esnada Antalya’dan Ankara’ya gidiyorduk. Yolda bildirim gelince Kufi’yi dinledik, dinledik ve bir kez daha dinledik. Doğrusu bugüne kadar dinlemeyi atlamış olduğumuzu düşündüğümüz eski bir Duman parçası sandık. Beraberinde gelen diğer tekli için de aynı şeyi düşündük.
Aradan geçen zamanın ardından Ekim’in ortasında Harbiye’de bir konseri olduğunu gördük ve birkaç arkadaş bilet aldık. Ekibe uyum sağlamak adına çok laf etmedim ancak bilet başına 2 bin liraya yakın para verdik. Herhalde para harcadığıma en çok üzüldüğüm konser bu oldu… Konser günü geldi çattı, hava birden soğumuş ve ara ara yağmur yağıyordu.
Oturmalı bir düzende Duman dinlemek kulağa ne kadar garip gelse de konserin hemen başında bunun sebebini biraz olsun anladım. İnsanlar havaya giremiyordu çünkü şarkılar arası es çok fazlaydı. Grubun performansı bence vasata yakındı. Kaan ayakta dâhi zor duruyor gibiydi. Şarkının birçok yerini söylemedi, hatta söyleyemedi ve gitarda da birkaç nota ve akora basmaktan öteye gidemedi. Bir iki şarkı sonrasında canım sıkılmaya başladı ve bütün tadım kaçtı. Bir ara başımı Beste’nin omzuna koydum ve uyudum yalan yok. Köşedeki mekanda içerken kolundan tutup getirmişler ve zorla çalıyor, söylüyor gibiydi.
Tuvalete gitmek için kalktım ve dönmek üzereyken konsere ara verildi. O aranın ardından bir parça daha dinledik, daha dayanamadık ve kalktık. Seyirciyi de geçtim, bir noktada Kaan’ın hâl ve hareketleri gruptaki diğer üyelere de saygısızlıkmış gibi hissettirdi. Albümün geri kalanından paylaştıkları diğer şarkılar da sanki eski bir Duman albümünden gibi hissettiriyorken daha verimli bir konser beklerdim.
Konser 25 Mayıs tarihinde Harbiye Açıkhava’da gerçekleşti. Geçen seneki konser gibi bu konser de aslında çıkacak olan albümün tanıtımı kapsamında olduğu için eski parçalardan ziyade yeni parçalar icra edildi. Yoğun ısrar nedeniyle ekibi sahneden ayrıldıktan sonra True Sorry ve Harmandalı da çaldı. Seyirci ile etkileşim bir önceki konserden daha fazlaydı ve seyirci de Maalouf’un konuşmalarına katılmak isteyince bazı parçalar arasında iş stand-up’a döndü.
Konser, T.O.M.A (Michel Ange’nin Trompetleri) projesi kapsamında gerçekleştirildi. İlk iki parça ile hızlı girip sonrasında yer yer durgun yer yer hareketli diğer parçalar ile konser tamamlandı. Özellikle oğlunun evden ayrılmasıyla ilgili yaptığı konuşma ve sonrasında Gazze ve Beyrutlu çocuklar için herkesten telefonlarının flaş ışıklarını yakmasını isteyerek eşlik etmesini istemesi oldukça dokunaklıydı. Aynı tarihte hemen aşağı taraftaki Küçükçiftlik Park’ta gerçekleştirilen Scorpions konserine de atıfta bulundu ve izleyenleri güldürdü.
Bir önceki konsere nazaran bu konserde çok daha fazla duygulandım ve etkilendim. Önceki albümü ilk başlarda çok etkileyici gelmese de zaman içinde tamamını defalarca dinledim ve belki de zamanla sevdim ancak bu albüm daha şimdiden tekrar tekrar dinlenesi hissettiriyor. Özellikle bazı parçalardaki sololar tüylerimi diken diken etti ve gözlerim yaşardı. Katıldığımız en güzel konserlerden birisini daha baştan sona keyifle takip ettik. Enstrümanı ile büyüleyen ve büyüyen nadir insanlardan birisi ve onu canlı izleyebildiğimiz için çok şanslı hissediyorum, albümü sabırsızlıkla bekliyorum.
Bu yazıyı yazdığım gün itibariyle albüm henüz yayınlanmadı.
Bir gün öylece Instagram’da dolanırken Passo’da yer alan Miles Kane konserinin gönderisine denk geldik, bilet satışı da kısa bir süre sonraydı. Çok uzun zamandır aylar sonraki konserlere bilet aldığımız için hemen siteye girdik, şansımız yaver gitti ve bilet alabildik. 18 ve 19 Mayıs’ta olmak üzere iki konser açıklanmıştı, biz 18 Mayıs’ta olan konsere bilet alabildik. Belki de turnede yer almamızın en büyük sebebi Didem Soydan efektidir kim bilir.*
Miles Kane belki de en sevdiğim one-man band olabilir. Bu nedenle konseri için oldukça heyecanlandım. Turnesinde yer alan diğer şehirlerde çaldığı setlist’lere baktım. Wrong Side of Life benim en sevdiğim şarkısı ancak bu şarkının listede olmamasına çok şaşırmadım çünkü seçilen şarkıların ritmi bir hayli yüksekti.
Konsept basit; aslında daha önceden kaydedilmiş diğer enstrümanların üstüne gitar ve vokal ile eşlik ediyor ve bir saat süren bir performans sergiliyor. Her ne kadar ilk iki şarkıda Kane’in çaldığı gitarın sesini duyamasak ve arkada çalan kayıtta atlamalar yaşansa da bunları tolere etmekte zorlanmadı. Birkaç şarkı sonrasında açıldı ve kendini buldu. Hem çalarken hem de söylerken hissettiğini ve keyif aldığını anlamak zor değil. Oldukça keyifli bir konserdi ve keşke her sene en azından bir kere canlı dinleyebilsek dedim.
Neyse ki haziran gibi yeniden gelecekmiş, henüz detaylar belli değil.
IKSV’ye en son King Gizzard konserinde gitmiştim, üstünde yıllar geçmiş ancak içerideki ses sistemi hâlâ yeterli hissettirmiyor. Ne enstrümanları dinlemek keyifli ne de vokali. Alanın küçük olması, konumu vesaire çok güzel hissettirse de insan artık biraz daha kaliteli bir ses sistemi istiyor.
Bilet satın alma ekranında belirtilmiş olmasına rağmen IKSV tarafıyla iletişime geçerek fotoğraf makinesi alıp almayacaklarını öğrenmek istedim. Bu konudaki çekinceyi anlayabiliyor ve çeşit çeşit insanın sınırları nasıl zorlayabileceğini az çok tahmin edebiliyor olsam da niyetimi aktarabilmiş olmama rağmen ne Ricoh için ne de X100VI için bir izin koparabildim. Birkaç basit hatıra fotoğrafı çekmeye izin vermeyen anlayış bütün konser telefon ile canlı yayın yapmaya müsaade ediyor, ben de bunu anlamıyorum.
Bu stresi yaşamamın üzerinden on sene geçmiş. Dünyanın en kritik tercihi ve en stresli dönemi o anı yaşayan için. Aklım başıma gelmiş sanıyorken aslında hiçbir şeyi fark edemediğim o dönem.
Eğitim sistemimiz henüz reşit bir bireyin kariyer planı yapmasına ve ne istediğini karar vermesine yardımcı olmaya tek bir katkı dâhi sunmuyor. Bunun zaten farkındayız. Biraz şanslı iseniz bunu yapabilecek alanlarda bulunuyorsunuz ama çoğunluk şans/kader/karma ile başbaşa. Elbette bir de eldeki puan.
Şimdilerde yaşadığım bazı pişmanlıklar ve iyi ki yapmışım dediğim şeyler ile ilgili söyleyeceklerim var. Hepsi kişisel tecrübe ve tavsiye olduğu için size uymayacak şeyler mutlaka olacaktır. Ayrıca kişiden kişiye fark edecek şeyler de olacaktır.
Bence maddi ve manevi olarak buna imkânınız varsa derhal aile evinden uzaklaşın. Hatta şehir dışında okuyun. Aynı şehirde okuyacaksanız da yurttur okuldan arkadaşınızla eve çıkmaktır yapın bir şeyler. Demek istediğim şey hayata hazırlanma konusu. Bence çok daha erkenden başlamanız lazım bu işlere ancak ütünüzü, çamaşırınızı, yemeğinizi bir şekilde kendiniz halletmeli, kendi özel alanınızı oluşturup yönetiminin her alanında sorumluluk almalısınız. Yurtta kalmak veya eve çıkmak size öyle tecrübeler katacak ve tahammül seviyelerinizi öyle zorlayacak şeyler yaşatacak ki bence çelik gibi olacaksınız. Ailesiyle yaşayıp üniversite okuyanları görünce ne demek istediğimi anlayacaksınız ileride belki de. Bizde aileler çocuklarından kopmakta ve onların birey olduklarını kabullenme konusunda genel olarak problemliler. En azından kendi yakın ve uzak çevremde duyduklarım bunu düşünmeye itiyor. Burada ailenizden kopun hıyarın teki olun demiyorum elbette. 🥒
Eğer gelecek hayaliniz diplomaya bağlı mesleklerden birisi değilse (avukatlık, doktorluk, vesaire) kötü bir üniversitede okumaktansa iyi bir üniversiteye gitmeyi hedeflemek bana daha sağlıklı gibi geliyor. Eğer belli başlı üniversitelere gitmeyecekseniz bölüm araştırması yapıp öyle ya da böyle bir üniversiteye gidebilirsiniz ve iyi kötü bir eğitim alabilirsiniz. Günün sonunda kırsalda okuduğunuz için kaçıracağınız fırsatları çok iyi düşünün derim. Bu hem iş dünyası için hem de sosyal, kültürel gelişim için oldukça önemli bir konu diye düşünüyorum. Ben doğma büyüme İstanbul’dayım. Üniversiteyi Sakarya’da okudum. Şimdi keşke İzmir, Eskişehir vs. bir şehre gidip daha aktif bir kampüs hayatı yaşasaydım ve okulumun tüm imkânlarını sömürürken bundan keyif alsaydım diyorum. Bir yere kadar ders de önemli ancak üniversitede yaşanacak geri kalan her şey en az dersler kadar önemli. İş hayatına başladıktan sonra bunun değerini daha iyi anlıyor insan. Üstelik beraber vakit geçireceğiniz insanların kalitesi de birden değişiyor ve bu size bambaşka bakış açıları kazandırıyor. Sakarya’da okurken fırsat bulduğum 24 saat ve üzeri her boşlukta İstanbul’a kaçıyordum. Kampüste yaşama ihtimalim olan birçok şeyi bu nedenle yaşayamadım belki de.
Ben üniversite döneminde pek para kazanacak adım atmadım. İlla okuduğunuz bölümle ilgili olmasına gerek var mı, bence yok ancak o yaşlarda ufak ufak para kazanacak işler yapmak çok güzel tecrübeler kazandıracaktır diye düşünüyorum. Buna ihtiyacınız olsun, olmasın. Hele ki kendi alanınızda bunu yapabilirseniz çok daha iyi olacaktır. Bu insanın neyi sevip sevmediğini anlamada ve kariyerini planlamasında çok önemli diye düşünüyorum. Belki de tercih ettiğiniz bölümü sizin dışınızda bir nedenle tercih ettiğinizi fark edecek, bembeyaz bir sayfa açmak isteyeceksiniz. Bu işler hiç belli olmaz.
Şu ana kadar dediklerim yeterince boomer hissettirmiyormuş gibi bir de şunu eklemek isterim, ders dışında kalan vaktinizi çok iyi değerlendirmeye çalışın. Sabah 7’de kalkın ve her saatiniz planlı olsun demiyorum, ki olabilir de ancak enstrüman öğrenmek, elden geldiğince seyahat etmek, deneyim kazanmak için oldukça fazla zaman var. Elbette ekonominin hâli belli ancak arkadaş grubu ile masraf bölüşerek iyi kötü bir şeyler yapmaya çabalamak ve bir kere bile olsun bunu yapabilmek bence çok önemli katkılar sunacaktır. İş hayatına atıldıktan sonra vakit konusunda o kadar sıkışık dönemler olacak ki kampüs ortamını ve o bol vakti arayacaksınız diye düşünüyorum. Dersten çıkıp okul kantininde sigara, çay içerek vakit öldürmek size hiçbir şey kazandırmayacak. Spora başlamadıysanız mutlaka başlayın ve bir rutin oluşturmaya çabalayın. Hazır vakit bolken sağlığınıza da yatırım yapmak hiç de fena bir fikir değil. Çoğunlukla böyle kültüre sahip ailelerimiz yok ve ekonomik nedenlerle kendimizi yaşıt Avrupalı ve Amerikalı insanlardan geride görüyoruz ancak bir adım da biz atmayı istemeliyiz. Yine biraz boomer gelecek ancak insan yapmak istedikten sonra gerçekten yapıyor. Bahane bulmak işin kolayı.
Bu madde erkekler için. Eğer askere gitme durumunuz varsa ve bedelli yapabilecek ekonominiz de bulunuyorsa hazır bedelli askerlik artık kalıcı olarak varken okulun bitmesini beklemeden askerliği aradan çıkarmaya bakın derim. Tam olarak benim dönemimdeki gibi mi bilmiyorum ancak benim dönemimde ay seçme imkânı vardı, ben iş ile birlikte yüksek lisansı götürürken eğitim aksamasın diye haziran ayından başlayarak tercih yapmıştım ve haziran ayında askere gitmiştim. Bu seçenek hâlâ varsa bence okul yaz tatiline girdiğinde bütünleme sınavlarına kalmadıysanız yapın tercihinizi, askerliği aradan çıkarın. Okuldan mezun olduğunuzda önünüzde askerlik adımının olmaması mental olarak çok büyük bir rahatlık olacaktır. Üstelik sürekli artan bedelli askerlik ücretini de döneminizin en ucuz fiyatıyla yaparsınız. Sanıyorum hala 4000 euro karşılığı TL oluyor ve o şekilde olmaya devam edecek gibi görünüyor. 🫡
Bu biraz teselli maddesi olacak ama gerçekten dünyanın sonu değil. Ne insanlar var, çok iyi üniversitelerin çok iyi bölümlerinden mezun olup bir baltaya sap olamamış. Ne insanlar var adını duymadığınız üniversitelerden çıkmasına rağmen kendisini öyle bir geliştirmiş ki çalıştığı yere havada kapılarak girmiş. Ben ilk sene kendimce kötü bir puan yaptığım için yeniden hazırlanma kararı almıştım ve şanslıyım ki ailem de bu kararı desteklemişti. Elbette maddi olarak bir yük olma hissi yaşıyordum ancak daha iyi yapabileceğimin farkındaydım. Yapabildim mi? Hayır. Daha kötü bir puan yaptım ve üniversite üçüncü sınıfa kadar her sene üniversite sınavlarına girerek kapıyı asla tam kapatmamaya çalıştım fakat olmadı. Mezuna kalmak, üzerine bir de ikinci sene üniversiteye girip hazırlık okumak müthiş bir zaman kaybı gibi hissettiriyor ancak ilk sene gireceğiniz sevmediğiniz bir bölümle geri kalan hayatınızı mutsuz geçirmek mi (n), yoksa (n-1) yıl mutlu bir mesleği icra etmek mi?
Şimdilik aklıma gelenler bu şekilde. Bütün maddeleri yazarken o zamanki büyüklerimin dediklerini ve ukalâ bir tavırla dinlediğimi hatırlıyorum ancak zaman insana her şeyi gösteriyor.
Dediğim gibi, bunların hepsi kişisel fikir. Bu nedenle size yüzde yüz uyacağını beklemiyorum. Demek istediğim şeyler birey olmak, kendini bulmak ve hayata hazırlanmak çevresinde daha çok.
Son tavsiyem, yukarıdakilerin hiçbirisi size bir anlam ifade etmiyorsa bile mutlaka ama mutlaka bol bol okuyun. Onca maç izleyen erkeğin arasında yurtta kulaklarıma pamuk tıkayıp okuduğum kitapları hatırlıyorum. Bence üniversite, bir insanın kendini bulduğu en önemli dönemlerden birisi. O yüzden işe sadece eğitim gözüyle bakmayın. Aile kontrolünden sıyrılıp birey olmaya ve gündelik tartışmaları çok da ihmâl etmeden önünüze bakmaya gayret edin derim.
Uzun yıllar filmli fotoğraf makineleri kullandıktan sonra artan film ve banyo fiyatları ve iş hayatının yoğunluğu nedeniyle Sirkeci tarafına eskisi kadar sık gidemediğim için aynasız fotoğraf makinesi arayışına girmiştim. Uzun araştırmalar sonucu ilk aynasız fotoğraf makinesinde tercihim Olympus Pen F olmuştu. O zamanlar Fujifilm markası henüz bu kadar agresif bir yayılma politikası izlemiyor, Olympus markası şimdikinden çok daha iyi bir konumda ve satış-satış sonrası hizmeti sunuyordu.
Bu tercihimi yaparken Fujifilm, Sony ve bütçeme uygun, akla gelebilecek diğer tüm markalardaki alternatifleri değerlendirdim. İkinci ellerini inceledim, ergonomisinden özelliklerine her birini tek tek karşılaştırdım. Bugün geldiğim noktada çektiğim alan ve konu çok değişmemiş olsa da merakımdan ötürü birçok farklı makineyi kullandım ve ideal tercihimi buldum ancak bu yolun henüz başında olduğunu düşündüğüm insanlara en azından kişisel tavsiyelerimi yazmaya karar verdim. Hatta bazı makineleri o kadar çok beğendim ki birden fazla kez satın aldım. Olympus Pen F ve Ricoh GR III gibi.
Sensörler
Denklem: lens mm değeri X crop factor = lensin efektif mm değeri
Full frame örnek: 28mm lens X 1 = 28mm
Apsc örnek: 28mm lens X 1.5 = 42mm
M43 örnek: 28mm lens X 2.0 = 56mm
Bence işin en temelinde sensör tiplerini bilmek ve bütçeyi ona göre ayarlamak gerekiyor. En yaygın örneklerini full frame, apsc ve micro 4/3 seçeneklerde göreceğiniz aynasız makinelerde full frame dediğimiz, filmli makinelerdeki fotoğraf alanı boyutunu sensöründe birebir sunan makinelere deniyor. Bu kategoride aklıma ilk gelen örnek, sahip olduğum ilk ve tek full frame makine olan Sony A7. 50mm ve 28mm lensler ile bir süre vakit geçirmiştim ve tadı hâlâ damağımdadır. Dinamik aralık konusundaki cömertliği ile aynı karede en karanlık ve en aydınlık alanlardaki detayları görebilmek çok büyük bir nimet. Sayılabilecek birçok farklı faydası var elbette ancak en önemlisi benim için dinamik aralıktı. Ayrıca ergonomi anlamında oldukça rahat tasarımlara sahip makineler bu kategoride yer alıyor. Negatif anlamda ise aklıma ilk gelen sensör büyüklüğü nedeniyle body ve lenslerin büyük olması geliyor. Çok küçük gövde seçenekleri ile gelen örnekleri olsa da bütçe konusunda çok uç noktalara çıkmadıkça genelde örnekler büyük ve görece hantal makineler oluyor. Fotoğraf makinesinin her gün taşınamayacak hâle gelmesi bir noktada benim senaryomu baltalıyor ve her fotoğraf çekiminde boyutları nedeniyle oldukça dikkat çektiği için hem insan veya hayvanın doğallığını yitirmesine neden oluyor hem de gizli saklı çekim yapma imkânını ortadan kaldırıyor.
Apsc sensörler, full frame sensörlerin 1.5 kat küçültülmüş hâline deniyor. Full frame bir fotoğraf makinesinde lensiniz 28mm ise fotoğrafınız da 28mm oluyor ancak apsc sensörlü bir makinede takacağınız 28mm size efektif olarak 28mm sunmuyor. Burada 28 x 1.5 = 42mm sonucunu elde ediyorsunuz ve efektif olarak lensiniz 42mm sonuçlar sunmuş oluyor. Bu nedenle apsc bir lens aldığınızda, 28mm bir sonuç yakalamak istiyorsanız aslında yaklaşık 18mm lens almanız gerekiyor. Denklem basit.
Micro 4/3 (m43) sensörlerde ise bu katsayı 2 ile değişiyor. Bunun sağladığı avantajlar ve dezavantajlar var. İlk aynasız fotoğraf makinem m43 sensörlü bir Olympus Pen F’ti. Benim için fazla bir avantaj sunmasa da zoom lens yatırımı yapacaklar için faydaları var. Örneğin 150mm lens alarak efektif olarak 300mm sonuçlar elde edebiliyorsunuz. Ay fotoğrafları çekmek için biçilmiş kaftan. Dezavantaj olarak geniş açılara inmek en azından benim tercih ettiğim dönemlerde rakiplerine göre daha pahalıydı. Pen F’i 12 ve 17mm lensler ile kullanmıştım; yani 24mm ve 34mm’e denk geliyordu. Hayatıma iz bıraktığını düşündüğüm makinelerden birisi. Yeni nesli çıksa dakika düşünmem alırım. Zira eksiklerini bilmeme rağmen bu makineyi sattıktan sonra pişman olup bir kere daha almıştım. Auto-focus’u yavaştı, yazılımı bence çok kullanıcı dostu değildi ancak arzu nesnesi hâlini almıştı. Linklediğim yazıda incelemesini okuyabilirsiniz.
Konu, buna bağlı olarak makine tasarımı
Benim gibi sokak ağırlıklı fotoğraf çekimi yapacaksanız bence vizörün makinedeki fiziksel konumu oldukça önemli. Vizör, gözümüzü yerleştirip optik veya elektronik olarak sahneyi görmemizi sağlayan araç. Bu konuda hâlâ eski kafalı birisi olduğum için makinenin önünde yer alan ekrandan fotoğraf çekmek, gerekmediği sürece tercih ettiğim bir seçenek değil. Gerektiği alanlar neler olabilir, örneğin konserde makineyi kaldırıp sahneyi çekmek istersiniz, ekranı hareket edebilen bir makine oldukça fayda sağlar. Bir başka örnekte ise örneğin yere fazla eğilemeyeceğiniz veya yatamayacağınız bir konum olur, ekranı yukarıdan görerek fotoğraf çekmek için yine aynı hareketli ekranlar işinizi kolaylaştırır. Ekranın öne dönebilmesi ise vlog veya selfie çekme konusunda işi rahatlaştırır.
Vizörün makinenin sol üstünde olması, sağ gözümle vizörden bakarken sol gözümle de aslında sahnenin dışında kalan diğer alanları görmeyi bekliyorum. Bu, başta oldukça zor gibi görünse de aslında işin temeline alışınca oldukça pratik ve sahneyi kurgularken işi kolaylaştırdığını düşündüğüm bir yöntem. Zira çekeceğiniz alana girebilecek bir istenmeyen nesnenin sol göz ile tespitini yaparak fotoğraf çekmeyi bekleyebilirsiniz.
Vizörün elektronik, optik olması kısmı işin keyif ve teknoloji kısmı. Ben optik vizörü sevsem de Fujifilm gibi bazı markalar her ikisini bir arada sunan çözümler geliştiriyor ve bazen elektronik vizörü de tercih ettiğim oluyor. Örneğin düşük ışıklı ortamlarda elektronik vizör işi bir nebze daha kolaylaştırıyor.
Vizörü makinenin ortasında konumlandırılmış filmli/dijital hiçbir makinede aradığım konforu bulamıyorum. Stüdyo ortamında çekim yapsam belki bu kadar zorlanmam ancak benim stilime pek de uygun gelmiyor. Bu tamamen şahsi bir konu.
Bütçe
Bu konu tabii ki kişiden kişiye değişiyor ancak yakın çevreme hep şunu tavsiye ediyorum. Eğer ki çektiklerinizi biraz renk oynayarak instagram’a atacaksanız bence en güncel, en yeni makine almanın pek de bir anlamı yok. Zira bir önceki nesil makineleri yarı fiyatından bile ucuza almak mümkün olabiliyor. Tabii ki bütçe varsa çoğunlukla en yeni makine en iyi makine oluyor.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta bence çekilecek konu/alan belirlendikten sonra markanın lens evrenini araştırmak. Hangi marka hangi lens çeşitlerini sunuyor bunları önceden bilmek faydalı olabilir. Zira gövdeler değişebilir, lensler kalır. Eğer sabit lensli bir makine almayacaksanız, ki bunu pek tavsiye etmiyorum, çekim tarzınız değişebilir, dünyayı daha geniş veya daha dar görmek isteyebilirsiniz. Bu nedenle buna uygun lenslerin varlığını önceden araştırmak, body alma konusunda karar vermeye yardımcı olabilir. Bazen makineler teknoloji anlamında ilerlese de ergonomiden veya başka başlıklardan ödün verebiliyor. En yenisi her zaman en iyisi olmayabiliyor. Bu nedenle karar verdiğiniz makineleri eğer marka sunamıyorsa gerekirse gidip ikinci el inceleyip bir ele alıp vakit geçirmekte fayda var diye düşünüyorum. Sonrasında zaten bütçenize göre bir şeyi elbet alacaksınız.
Lens
Bu da aslında en başta karar verilmesi gereken maddelerden birisi. Çekeceğiniz konu/alanla doğrudan alakalı olduğu için biraz kişiye özel bir konu. Sensör seçimine bağlı olarak milimetre değerlerini iyi okumak ve seçim yaparken dikkat etmekte fayda var. m43 sensörlü bir makineye 30mm lens aldıktan sonra açı çok dar dememek için (30 x 2 = 60mm) bu konuda okuryazarlık seviyesini bir an önce arttırmak gerekir. İnanın bu matematiği Hayyam’daki birçok fotoğraf makinesi satıcısı bile bilmiyor ve bildiğini iddia ederek kendini rezil bir konuma düşürebiliyor. (Ne yazık ki yaşandı…)
Diğer tavsiyeler
Elbette bugün birisine filmli makine al, filmleri ve ışık kullanımını öğrenip alış ve sonrasında diyafram, enstantane, iso gibi değerlerin oranlarını deneye yanıla öğren demek insanı hobiden uzaklaştırır. Ben filmli çekmeye başladığımda ilk birkaç filmimi heba ederek aynı sahneyi birçok farklı değerde çekmiş ve neyin ne olduğunu banyo edip aldığım notlara tek tek bakarak kafamda oturtmuştum. Şimdi değiştirdiğiniz diyaframın etkisini canlı olarak ekrandan görebiliyor olacaksınız ancak bu terimlerin ne anlama geldiğini ve nasıl kullanıldığını en azından youtube’dan vesaire bir bakarsanız çok mantıklı olur.
Filmli çekmeye başlayan her arkadaşıma bunu tavsiye ediyordum çünkü ilk tatilinizde bir şey bilmeden giderseniz hiçbir güzel fotoğraf çekemeden dönme ihtimaliniz var. İnsanlar Galata’yı sadece Galata olduğu için çekmiyor, en azından hata yapacak olursanız gidip bir daha çekebileceğiniz bir konu olduğu için çekiyor derdim.
İkinci el satın alma planlıyorsanız uzman olmayan birisiyle gitmemekte fayda var. Makine darbe almış olabilir, sensörde ölü pikseller olabilir, tekerlektir-düğmedir çalışmayan aksamı olabilir.
Olympus Pen F, Ricoh GR III, Fujifilm X100V, Fujifilm X-E4, Leica D-Lux 7, Sony A7 benim kullandığım örnek marka modeller. Eğer bu makinelerden birisi hakkında desteğe ihtiyacınız varsa bir görüşme planlayıp 15-20 dakika boyunca artılarını eksilerini sizinle paylaşabilirim ve hatta satın alma noktasında destek de olabilirim. Şimdilik aklıma gelenler bunlar, belki daha sonrasında bu yazıda atladığım ve bence önemli diyebileceğim diğer konularda da bir yazı paylaşırım.