Antalya’daki tatilimiz biraz deniz-kum-güneş, biraz da kültürel olsun istedik. Bu nedenle Arkeoloji Müzesi başta olmak üzere yakın civarda bulunan antik kentleri gezmeyi de hedefledik. İki hafta süremiz olduğu için belki birkaç kenti daha görebiliriz diye düşünüyorduk ancak bir yerden sonra tekrara düşmemek ve ara vermek adına bazılarını sonraki seyahatlerimize bıraktık.
Perge’yi gezmeye karar verdiğimiz gün hava kapalıydı, hatta yağmur yağıyordu. Bu nedenle güneşin tam tepede olmasını umursamayıp yola çıktık ancak vardığımızda havada tek bir bulut parçası dahi kalmamıştı. Çıkardım tişörtümü ve yaklaşık üç saat süren bir eziyet başladı. Tatilin geri kalan kısmını mahvetmemiş olsa da iyi kızarmıştım.
Diğer antik kentlere nazaran bilgilendirme metni sayısı çok daha azdı. Her ne kadar soğuk içecek ve basit atıştırmalık alabileceğiniz bir dükkan yer alsa da içeride listelenen kitaplar piyasanın yaklaşık beş katı fiyatı. Buna dikkat etmekte fayda var. Ayrıca tuvalet konusunda almamız gereken çok yol var. Bu kadar az insanın olduğu bir günde bile leş gibiydi.
Perge, şehir merkezinden yaklaşık 15 km. uzaklıkta yer alıyor. Erken Tunç Çağı’na değin geriye uzanan bir birikime sahip şehirde ortaya çıkarılan heykeller Antalya Müzesinde sergileniyor. (Müze hakkında da daha sonra yazacağım.) Şehir, doğu-batı ve kuzey-güney yönünde uzanan iki ana caddeden oluşuyor. Şehir merkezinden kente giderken kullanılan yolun sol tarafında kalan ve oldukça iyi korunmuş bir tiyatrosu bulunuyor. Kente girişte ise bizi ilk olarak yaklaşık 12 bin kişilik bir stadyum karşılıyor.
Altın çağını Roma İmparatorluğu egemenliğinde yaşamış kent bu dönemde yeniden imar çalışmaları geçirmiş ve bu kamu yapıları ile estetik düzenlemeler o dönemde inşa edilmiş. Son parlak dönemini iste Doğu Roma döneminde yaşamış.
Yaklaşık iki hafta sürecek Antalya seyahatimizi planlarken yol üstünde bulunan Aizanoi Antik Kenti’ni gezmeye karar verdik. Güneşin en tepede olduğu öğle saatlerinde gezmek pek akıllıca bir hareket değildi ancak tapınağı gördüğümüz an ağzımız açık kaldı. Yer altı cellasına indiğimizde hem büyülendik hem de serinledik.
Çavdarhisar’da bulunan ve günümüze ulaşan en sağlam Zeus tapınaklarından birisine ev sahipliği yapan antik kentin bilgi alma tabelaları güneşten erimiş ve metinler neredeyse okunamaz hâle gelmişti. Yürürken bir yandan da internetten bilgi edinmek durumunda kalmıştık. Hafta içi ve öğle vakti gittiğimiz için neredeyse bizden başka kimse yoktu. Girişte yolda yapılan çalışmalar nedeniyle oldukça tozluydu. Gezmemiz yaklaşık 3 saat sürdü.
MÖ 3 bin yıllarına ait yerleşim izlerinin ortaya çıkarıldığı ve Helenistik Dönem’de Bergama ve Bithynia’ya, MÖ 133’de ise Roma egemenliğine giren yerleşim merkezi; tahıl ekimi, şarap ve yün üretimi sayesinde zenginleşmiştir. İlk sikkelerin bu dönemde basıldığı bilinmektedir.
Selçuklular Dönemi’nde Çavdar Tatarları tarafından üs olarak kullanılmasından ötürü Çavdarhisar ismini almıştır. 1970’lerden bu yana her yıl düzenli olarak kazı çalışmaları devam etmektedir.
Anadolu’da yer alan en iyi korunmuş Zeus Tapınağı’na, 15 bin kişi kapasiteli tiyatroya ve 13 bin 500 kişilik stadyuma, dünyanın ilk ticaret borsa binasına sahiptir. 8 numaralı blok yazıtta 16-40 yaşında bir erkek kölenin iki eşeğin ücretine, aynı şekilde üç erkek kölenin bir altın fiyatına eşdeğer olduğu belirtilmiştir.
Bu yazıda sizlere yeni aynasız makinem Fujifilm X-Pro 3 ve beraberinde satın aldığım, Fujifilm’in yeni harika lensi 8mm f3.5 lensi hakkında izlenim ve tecrübelerimi aktaracağım. Leica benzeri kült tasarım ve eski usül kontrolcüler ile eşsiz bir deneyim sunduğunu en baştan söyleyeyim.
Fujifilm X-Pro 3
Ricoh GR III ile yaşadığım çalkantılı aşkımın son birlikteliğinin ardından bir süre fotoğraf makinesi satın almadım. Fujifilm’in mayıs ayında gerçekleştirdiği etkinlikte duyurulmasını beklediğim X-E5 ve X-Pro 4 tanıtılmayınca beklemenin pek bir anlamı olmadığını düşündüm. Zira gerek sensör olarak gerekse yazılım olarak büyük bir güncelleme geleceğini düşünmüyorum. Biraz daha hızlı autofocus, biraz daha iyi ergonomi, biraz daha uzun batarya ömrü, vesaire… Bu biraz dahalar için harcanacak ekstra kaç yüz dolar olduğunu bilmemek, özellikle kurun bu kadar oynak olduğu dönemde beklememeye itti.
Ben ağırlıklı olarak sokak fotoğrafları çektiğim için ve eski alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemeyen birisi olduğum için vizörün makinedeki konumu nedeniyle alabileceğim makineler oldukça sınırlı. Birçok yöne hareket eden dokunmatik ekranlar geliştirilmiş olsa da kişisel tercihim vizör kullanarak fotoğraf çekmek yönünde. Elektronik vizöre dâhi ilk başlarda oldukça çekimser yaklaşmıştım. Neyse ki X-Pro 3, optik vizör kullanımına da izin veriyor. Elektronik vizörün kattığı artıları düşününce baştan karşı değilim ancak eski usül fotoğraf çekmeye alışık birisi için bunlar ürkütücü teknolojiler olabiliyor.
X-Pro 3, 2019’un sonlarında tanıtıldı. Güncel bir makine sayılmaz ancak 2021 başlarında tanıtılan X-E4’ün de aynı sensörü kullandığını hatırlatmak isterim. Muhtemelen gelecek yeni modelde sensör tarafında bir güncellemeden ziyade işlemci tarafında güncelleme olacaktır. Zira sensör ihtiyaçları hâlâ karşılayabiliyor. Bunu X-S20 modelinde gördük. Onun için de ayrı bir yazı yazacağım.
Bu makinenin, Fujifilm’in ve diğer markaların muadil modellerinin arasından sıyrılmasını sağlayan en önemli özelliği ekranının kapalı şekilde kullanımına teşvik edecek tasarım anlayışı. LCD ekranın sunduğu konfor, diğer modellere göre daha limitli ancak Fujifilm burada kullanıcıların vizörden fotoğraf çekmesini ve o eski saf fotoğraf çekme hissini yaşamalarını istiyor. Ekran yalnızca aşağıdaki hareketi yapabiliyor.
Saf Fotoğrafçılık mottosuyla titanyum gövdeli bir fotoğraf makinesi üretmek günümüz için oldukça büyük bir risk olsa gerek diye düşünüyorum. Bu riski de açıkçası ya işini çok iyi bilenler veya benim gibi manyaklar alır.
Bir diğer sıyrılan noktası ise ekran kapalıyken arkada yer alan ve film simulasyonlarını görmeyi sağlayan basit monochrome ekran. Eskiden film kutularından kestiğimiz ve makineye hangi filmi taktığımızı hatırlamamıza yardımcı olan boşluğu taklit eden tasarım, eski hisleri yaşatmaya devam ediyor.
Eğer makinenin kısayollarına alışırsanız ve kullanımı için ekrana ihtiyaç duymazsanız ekranı açmadan arkadaki ufak ekran ile ayarladığınız öntanımlı setler arasında gezinebilir, vakit kaybetmeden fotoğraf çekmeye başlayabilirsiniz.
Çift hafıza kartı yuvası ile daha güvenli bir fotoğraf çekme deneyimi sunan X-Pro 3, 2019’da tanıtılmış olsa bile Usb C bağlantıya imkân tanıyor. Her ne kadar bunun için profesyonel bir karşılaştırma yapmış olmasam da gerek duyduklarım gerekse kendi amatör tecrübelerim, bu makinenin Jpeg çıktılarının diğer Fujifilm modellerinden bir miktar daha doygun ve daha güzel göründüğünü düşündürüyor.
Önceleri Fujifilm X100V ve X-E4 kullandığım için benzer dönem makinelerini karşılaştırarak artıları eksilerini kısaca özetleyeyim.
X100V ve X-E4 temelde neredeyse birebir aynı makine. Yalıtım farkları ve X100V’nin sabit lensi olması dışında aklıma gelen tek artısı idarelik de olsa dahili flaş barındırıyor olması. Konser vb. gibi kapalı ve karanlık yerlerde güzel sonuçlar almak için bir de flaş taşıma külfetinden kurtarıyor. Geri kalan neredeyse tüm özellikler birebir aynı.
X-Pro 3 ise bu iki makineden teknik özelliklerden ziyade tasarım anlayışı ve beklentilerle ayrışıyor. Aynı APS-C CMOS sensöre, aynı iso başarımına, aynı boy dokunmatik ekrana, biraz daha iyi elektronik vizöre sahip. Fark yaratan özelliklerin başında mekanik shutter başarısını sayabilirim. X-E4, 1/4000 ile yetinirken X-Pro 3, 1/8000 sunuyor. Elektronik ile çok daha üst noktalara çıkabilmek elbette mümkün. Su ve toza karşı koruma konusunda X-E4’ün bir vaadi bulunmazken X-Pro 3, bu konuda da öne çıkıyor. Geri kalan birçok özellik yine oldukça benzer, hatta aynı.
Özetleyecek olursak;
X100V kompakt bir arayışı olan, dahili flaşı ile daha taşınabilir bir makine isteyen giriş ve orta seviye kullanıcılar için iyi bir seçenek ancak sabit lensli olması ve karaborsada neredeyse iki katına çıkan fiyatlarını kesinlikle hak etmeyen bir makine.
X-E4, neredeyse X100V kompaktlığına sahip ancak lens değiştirme opsiyonu sunarken biraz ergonomiden biraz da kompaktlığından ödün vermek zorunda kalıyor. X100V parasına çok iyi bir prime lens ile set hazırlanabilir. Giriş, orta ve ileri seviyenin girişi diyebileceğimiz bir konumda konumlandırılabilir.
X-Pro 3 ise bu iki makineden daha üst bir konuma konumlandırılmış ve artık bu işin keyif kısmına daha çok odaklanan profesyonel bir makine.
Elbette bütçe olduktan sonra her makine ile fotoğrafa başlanabilir, sonuçta bu motor sürmek gibi bir şey değil. 1000cc motor ile sürmeye başlamak sizi öldürebilir ancak X-Pro 3 ile başlamak size bu tür bir olumsuzluk yaşatmaz. Tamamen bütçe, beklenti ve ihtiyaçlarla alakalı bir durum.
Gelelim asıl olaya: Lense.
Fujinon XF 8mm F3.5 R WR
35mm’de karşılığı 12mm olan bu lens, kenarlarda minimum optik bozulma vaat ediyor. Üstelik bunu, neredeyse kit lens ile aynı boyu ile sağlayabiliyor. Her ne kadar ağırlıklı olarak vlog çekimlerinde tercih edilecek olsa da benim gibi sokakta fotoğraf çekerken tüm detayları toplamak, gerekirse sahneden kırpma özgürlüğüne sahip olmak isteyenler için muhteşem bir çözüm.
Kenarlarda net ve yüksek görüntü kalitesi sağlamak için üç adet asferik merceğe iki adet ed mercek eşlik ediyor. 62mm filtre çapına ve yalnızca 215 gram ağırlığa sahip.
Şimdi sizlere X-Pro 3, Fujifilm’in video/vlog ağırlıklı yeni kamerası X-S20 ve 8mm lens ile çektiğim fotoğraflardan birkaçını paylaşıyorum.
Uzun yıllar filmli fotoğraf makineleri kullandıktan sonra artan film ve banyo fiyatları ve iş hayatının yoğunluğu nedeniyle Sirkeci tarafına eskisi kadar sık gidemediğim için aynasız fotoğraf makinesi arayışına girmiştim. Uzun araştırmalar sonucu ilk aynasız fotoğraf makinesinde tercihim Olympus Pen F olmuştu. O zamanlar Fujifilm markası henüz bu kadar agresif bir yayılma politikası izlemiyor, Olympus markası şimdikinden çok daha iyi bir konumda ve satış-satış sonrası hizmeti sunuyordu.
Bu tercihimi yaparken Fujifilm, Sony ve bütçeme uygun, akla gelebilecek diğer tüm markalardaki alternatifleri değerlendirdim. İkinci ellerini inceledim, ergonomisinden özelliklerine her birini tek tek karşılaştırdım. Bugün geldiğim noktada çektiğim alan ve konu çok değişmemiş olsa da merakımdan ötürü birçok farklı makineyi kullandım ve ideal tercihimi buldum ancak bu yolun henüz başında olduğunu düşündüğüm insanlara en azından kişisel tavsiyelerimi yazmaya karar verdim. Hatta bazı makineleri o kadar çok beğendim ki birden fazla kez satın aldım. Olympus Pen F ve Ricoh GR III gibi.
Denklem: lens mm değeri X crop factor = lensin efektif mm değeri
Full frame örnek: 28mm lens X 1 = 28mm
Apsc örnek: 28mm lens X 1.5 = 42mm
M43 örnek: 28mm lens X 2.0 = 56mm
Bence işin en temelinde sensör tiplerini bilmek ve bütçeyi ona göre ayarlamak gerekiyor. En yaygın örneklerini full frame, apsc ve micro 4/3 seçeneklerde göreceğiniz aynasız makinelerde full frame dediğimiz, filmli makinelerdeki fotoğraf alanı boyutunu sensöründe birebir sunan makinelere deniyor. Bu kategoride aklıma ilk gelen örnek, sahip olduğum ilk ve tek full frame makine olan Sony A7. 50mm ve 28mm lensler ile bir süre vakit geçirmiştim ve tadı hâlâ damağımdadır. Dinamik aralık konusundaki cömertliği ile aynı karede en karanlık ve en aydınlık alanlardaki detayları görebilmek çok büyük bir nimet. Sayılabilecek birçok farklı faydası var elbette ancak en önemlisi benim için dinamik aralıktı. Ayrıca ergonomi anlamında oldukça rahat tasarımlara sahip makineler bu kategoride yer alıyor. Negatif anlamda ise aklıma ilk gelen sensör büyüklüğü nedeniyle body ve lenslerin büyük olması geliyor. Çok küçük gövde seçenekleri ile gelen örnekleri olsa da bütçe konusunda çok uç noktalara çıkmadıkça genelde örnekler büyük ve görece hantal makineler oluyor. Fotoğraf makinesinin her gün taşınamayacak hâle gelmesi bir noktada benim senaryomu baltalıyor ve her fotoğraf çekiminde boyutları nedeniyle oldukça dikkat çektiği için hem insan veya hayvanın doğallığını yitirmesine neden oluyor hem de gizli saklı çekim yapma imkânını ortadan kaldırıyor.
Apsc sensörler, full frame sensörlerin 1.5 kat küçültülmüş hâline deniyor. Full frame bir fotoğraf makinesinde lensiniz 28mm ise fotoğrafınız da 28mm oluyor ancak apsc sensörlü bir makinede takacağınız 28mm size efektif olarak 28mm sunmuyor. Burada 28 x 1.5 = 42mm sonucunu elde ediyorsunuz ve efektif olarak lensiniz 42mm sonuçlar sunmuş oluyor. Bu nedenle apsc bir lens aldığınızda, 28mm bir sonuç yakalamak istiyorsanız aslında yaklaşık 18mm lens almanız gerekiyor. Denklem basit.
Micro 4/3 (m43) sensörlerde ise bu katsayı 2 ile değişiyor. Bunun sağladığı avantajlar ve dezavantajlar var. İlk aynasız fotoğraf makinem m43 sensörlü bir Olympus Pen F’ti. Benim için fazla bir avantaj sunmasa da zoom lens yatırımı yapacaklar için faydaları var. Örneğin 150mm lens alarak efektif olarak 300mm sonuçlar elde edebiliyorsunuz. Ay fotoğrafları çekmek için biçilmiş kaftan. Dezavantaj olarak geniş açılara inmek en azından benim tercih ettiğim dönemlerde rakiplerine göre daha pahalıydı. Pen F’i 12 ve 17mm lensler ile kullanmıştım; yani 24mm ve 34mm’e denk geliyordu. Hayatıma iz bıraktığını düşündüğüm makinelerden birisi. Yeni nesli çıksa dakika düşünmem alırım. Zira eksiklerini bilmeme rağmen bu makineyi sattıktan sonra pişman olup bir kere daha almıştım. Auto-focus’u yavaştı, yazılımı bence çok kullanıcı dostu değildi ancak arzu nesnesi hâlini almıştı. Linklediğim yazıda incelemesini okuyabilirsiniz.
Konu, buna bağlı olarak makine tasarımı
Benim gibi sokak ağırlıklı fotoğraf çekimi yapacaksanız bence vizörün makinedeki fiziksel konumu oldukça önemli. Vizör, gözümüzü yerleştirip optik veya elektronik olarak sahneyi görmemizi sağlayan araç. Bu konuda hâlâ eski kafalı birisi olduğum için makinenin önünde yer alan ekrandan fotoğraf çekmek, gerekmediği sürece tercih ettiğim bir seçenek değil. Gerektiği alanlar neler olabilir, örneğin konserde makineyi kaldırıp sahneyi çekmek istersiniz, ekranı hareket edebilen bir makine oldukça fayda sağlar. Bir başka örnekte ise örneğin yere fazla eğilemeyeceğiniz veya yatamayacağınız bir konum olur, ekranı yukarıdan görerek fotoğraf çekmek için yine aynı hareketli ekranlar işinizi kolaylaştırır. Ekranın öne dönebilmesi ise vlog veya selfie çekme konusunda işi rahatlaştırır.
Vizörün makinenin sol üstünde olması, sağ gözümle vizörden bakarken sol gözümle de aslında sahnenin dışında kalan diğer alanları görmeyi bekliyorum. Bu, başta oldukça zor gibi görünse de aslında işin temeline alışınca oldukça pratik ve sahneyi kurgularken işi kolaylaştırdığını düşündüğüm bir yöntem. Zira çekeceğiniz alana girebilecek bir istenmeyen nesnenin sol göz ile tespitini yaparak fotoğraf çekmeyi bekleyebilirsiniz.
Vizörün elektronik, optik olması kısmı işin keyif ve teknoloji kısmı. Ben optik vizörü sevsem de Fujifilm gibi bazı markalar her ikisini bir arada sunan çözümler geliştiriyor ve bazen elektronik vizörü de tercih ettiğim oluyor. Örneğin düşük ışıklı ortamlarda elektronik vizör işi bir nebze daha kolaylaştırıyor.
Vizörü makinenin ortasında konumlandırılmış filmli/dijital hiçbir makinede aradığım konforu bulamıyorum. Stüdyo ortamında çekim yapsam belki bu kadar zorlanmam ancak benim stilime pek de uygun gelmiyor. Bu tamamen şahsi bir konu.
Bütçe
Bu konu tabii ki kişiden kişiye değişiyor ancak yakın çevreme hep şunu tavsiye ediyorum. Eğer ki çektiklerinizi biraz renk oynayarak instagram’a atacaksanız bence en güncel, en yeni makine almanın pek de bir anlamı yok. Zira bir önceki nesil makineleri yarı fiyatından bile ucuza almak mümkün olabiliyor. Tabii ki bütçe varsa çoğunlukla en yeni makine en iyi makine oluyor.
Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta bence çekilecek konu/alan belirlendikten sonra markanın lens evrenini araştırmak. Hangi marka hangi lens çeşitlerini sunuyor bunları önceden bilmek faydalı olabilir. Zira gövdeler değişebilir, lensler kalır. Eğer sabit lensli bir makine almayacaksanız, ki bunu pek tavsiye etmiyorum, çekim tarzınız değişebilir, dünyayı daha geniş veya daha dar görmek isteyebilirsiniz. Bu nedenle buna uygun lenslerin varlığını önceden araştırmak, body alma konusunda karar vermeye yardımcı olabilir. Bazen makineler teknoloji anlamında ilerlese de ergonomiden veya başka başlıklardan ödün verebiliyor. En yenisi her zaman en iyisi olmayabiliyor. Bu nedenle karar verdiğiniz makineleri eğer marka sunamıyorsa gerekirse gidip ikinci el inceleyip bir ele alıp vakit geçirmekte fayda var diye düşünüyorum. Sonrasında zaten bütçenize göre bir şeyi elbet alacaksınız.
Lens
Bu da aslında en başta karar verilmesi gereken maddelerden birisi. Çekeceğiniz konu/alanla doğrudan alakalı olduğu için biraz kişiye özel bir konu. Sensör seçimine bağlı olarak milimetre değerlerini iyi okumak ve seçim yaparken dikkat etmekte fayda var. m43 sensörlü bir makineye 30mm lens aldıktan sonra açı çok dar dememek için (30 x 2 = 60mm) bu konuda okuryazarlık seviyesini bir an önce arttırmak gerekir. İnanın bu matematiği Hayyam’daki birçok fotoğraf makinesi satıcısı bile bilmiyor ve bildiğini iddia ederek kendini rezil bir konuma düşürebiliyor. (Ne yazık ki yaşandı…)
Diğer tavsiyeler
Elbette bugün birisine filmli makine al, filmleri ve ışık kullanımını öğrenip alış ve sonrasında diyafram, enstantane, iso gibi değerlerin oranlarını deneye yanıla öğren demek insanı hobiden uzaklaştırır. Ben filmli çekmeye başladığımda ilk birkaç filmimi heba ederek aynı sahneyi birçok farklı değerde çekmiş ve neyin ne olduğunu banyo edip aldığım notlara tek tek bakarak kafamda oturtmuştum. Şimdi değiştirdiğiniz diyaframın etkisini canlı olarak ekrandan görebiliyor olacaksınız ancak bu terimlerin ne anlama geldiğini ve nasıl kullanıldığını en azından youtube’dan vesaire bir bakarsanız çok mantıklı olur.
Filmli çekmeye başlayan her arkadaşıma bunu tavsiye ediyordum çünkü ilk tatilinizde bir şey bilmeden giderseniz hiçbir güzel fotoğraf çekemeden dönme ihtimaliniz var. İnsanlar Galata’yı sadece Galata olduğu için çekmiyor, en azından hata yapacak olursanız gidip bir daha çekebileceğiniz bir konu olduğu için çekiyor derdim.
İkinci el satın alma planlıyorsanız uzman olmayan birisiyle gitmemekte fayda var. Makine darbe almış olabilir, sensörde ölü pikseller olabilir, tekerlektir-düğmedir çalışmayan aksamı olabilir.
Olympus Pen F, Ricoh GR III, Fujifilm X100V, Fujifilm X-E4, Leica D-Lux 7, Sony A7 benim kullandığım örnek marka modeller. Eğer bu makinelerden birisi hakkında desteğe ihtiyacınız varsa bir görüşme planlayıp 15-20 dakika boyunca artılarını eksilerini sizinle paylaşabilirim ve hatta satın alma noktasında destek de olabilirim. Şimdilik aklıma gelenler bunlar, belki daha sonrasında bu yazıda atladığım ve bence önemli diyebileceğim diğer konularda da bir yazı paylaşırım.
6-16 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilen ve ziyaretlerin ücretsiz olduğu sergilerden aşağıdakileri ziyaret etme şansını yakaladım. Bu ziyaretler sırasında çektiğim bazı fotoğrafları topladım.
Taksim Sanat – Bir Zamanlar İstabul, Faik Şenol
Bomontiada – Aimee Hoving, Joseph-Philippe Bevillard, Kata Geibl, Lorenzo Vitturi, Tina Signesdottir Hult, Christto & Andrew
Akaretler – Jonas Bendiksen, Enri Canaj, Felix R Cid, Magnum 75. Yıl Sergisi, Kayıttayız, Kayıp Manzaralar, Remix by Mixer, Create Next
St. Benoit Kilisesi – Floral Düşler
Taksim Sanat’ta yer alan Faik Şenol sergisi, doğup büyüdüğüm şehrin geçmişini bir kez daha görmüş olduğum için beni oldukça etkiledi. Her ne kadar metro çıkışında olsa da birkaç kişi dışında kimse olmadığı için rahatlıkla gezebildiğim bir sergi oldu. Bu sergiye ilk olarak tek gittim, sonrasında Beste ile bir kez daha gittik.
Taksim Sanat
Bomontiada’yı yağmurlu bir cumartesi günü gezdik. Bu nedenle bu sergi de oldukça boştu, eski Leica mağazası olan bölüm ve dördüncü kata konumlandırılmış bu sergide yukarıda ismini verdiğim altı farklı sanatçıya ait eserler yer alıyordu.
Bomontiada
Pazar günü ise önce Taksim Sanat’a gittik. Sonrasında İstiklal’i yürüyüp Galata’dan kendimizi aşağı saldık ve St. Benoit’daki Floral Düşler sergisine gittik.
İstiklal Caddesi
Kiliseyi daha önce görmediğim için sergiden çok kilise benim ilgimi çekti ve onu inceledim. Malum dijital çalışma nedeniyle inanılmaz kalabalık olan ve sosyal medyaya içerik üretmek isteyen kişiler nedeniyle çok fazla durmak istemediğim sergiden çıktık ve kendimizi Köşkeroğlu’nda bulduk. Katlı otoparkın yıkılması nedeniyle asıl yeri kapalıydı.
Sonrasında Beşiktaş’a geçerek Akaretler’de yer alan sergileri gezdik. Benim burada ilgimi çeken ilk sergi tabii ki Magnum 75. Yıl Sergisi oldu. Aynı şekilde Kayıttayız da oldukça keyifliydi. Murat Abbas, Kanat Atkaya ve Burak Sülünbaz’ın plak koleksiyonlarından yola çıkan sergi müzik tarihinden kareler ve hikayeleri barındırıyordu. Enri Canaj’ın Avrupa’daki göçmen ve savaş mağdurları hakkındaki çalışmaları ise bir o kadar etkileyiciydi.