Tag: inceleme

  • 2016 Fiat 500 İncelemesi

    2016 Fiat 500 İncelemesi

    The Whirl’de

    Yaşadığımız bölgeden ötürü küçük otomobillerin avantajlı olduğunu düşünüyoruz. Dar sokaklar, park yeri sıkıntısı vesaire derken sınırlı sayıda model seçeneğimiz vardı ve yolumuz Fiat 500 ile kesişti. Mahallemizde sürekli gördüğümüz Opel Adam da ilgimizi çekiyordu. Hatta bir keresinde sahibini yakaladık ve sohbet ettik, sattığı zaman ilgilenebileceğimizi de ilettik fakat kendisi oldukça memnun olduğunu ve uzun bir süre satmayacağını söyledi.

    Bahsi geçen Opel Adam, Beste, Fiat 500

    İlk jenerasyon Smart Forfour‘u yeni sattığımız için yeni jenerasyonuna da göz attık ancak istenen paralar bütçemize uymuyordu. Aslında o da mantıklı bir seçim olabilirdi, üstelik küçük olmasına rağmen dört kapılı bir modeldi.

    Belirtmeden geçemeyeceğim, Beste’nin kuzeni bir önceki jenerasyon Fiat 500’ü satın aldığı zaman hayallere dalmıştık. 500’ün, belki de bir iki önceki neslin VW Beetle ile kurduğu duygusal bağı kurmaya müsait modern bir otomobil olduğunu düşünüyorduk.

    Biz 500’ü satın aldığımızda kilometresi 57 bindeydi. Bir süre kullandık ve kapsamlı bir ağır bakıma soktuk. Birçok hayati parçası yenilendi. Ona ilk başta İtalyanca 500 anlamına gelen Cinquecento ismini koyduk fakat bir süre sonra Cars filmine atıfla Luigi ile değiştirdik.

    İç mekan tasarımı olabildiğince sade ve donanım paketi nedeniyle taşıdığı bilgi eğlence ekranı Apple Carplay barındırmıyor. Perdesi elle hareket ettirilebilen cam tavanı içeriye ferahlık katıyor. Direksiyonun önünde basit bir ekran yer alıyor, hız göstergesi ve devir saati nostaljik göndermeler içeriyor. Otomatik klimasının performansı yeterli ve konsoldaki düğmeler alışınca kullanım kolaylığı sağlıyor. Smart Forfour, saklama gözleri konusunda daha cömertti. 2004 model olmasına rağmen torpido gözü haricinde torpidonun üstünde uzanan bir göz ve direksiyonun sol tarafında devamı niteliğinde bir ufak göz daha sunuyordu. Fiat 500, şehir içi kullanım için düşünülmüş bir otomobil olmasına karşın iç hacmi değerlendirme konusunda bir tık geride hissettirdi.

    Her ne kadar şehirde kullanmak için alsak da bugüne kadar yaptığımız yaklaşık 20 bin kilometre, çoğunlukla uzun yolda geçildi. Üstelik sadece asfaltta değil, hafif off-road’da da üzerine düşen görevi fazlasıyla yaptı. Otomobiller ile bağ kurup onları çok önemsesem de mezara götürmeyeceğim ve müzede sergilemek benim işim değil. En nihayetinde birer araçlar.

    1.2 litrelik 4 silindirli atmosferik motor, 69 beygir – 102 nm tork ile mütevazi bir güç sunuyor. 0’dan 100’e yaklaşık 13 saniyede çıkıyor ve kağıt üzerindeki son hızı 160 km/h. İzmir otobanında eğimin de desteği ile 200’ü görebilmek mümkün ancak bu ne kadar güven veriyor ve yapılabilir bir şey, tartışılır. Otomobilin boş ağırlığı 940 kg, 185 litre bagaj hacmi mevcut. Bir orta boy valiz ile sırt çantası rahatlıkla sığıyor, günlük ihtiyaçlar için yeterli. Zaten iki kişilik bir aile olduğumuz için ihtiyaç durumunda arka koltukları yatırıyoruz. Sahip olduğumuz modeldeki yükleme ağzı, ailenin cabrio üyesine göre çok daha geniş.

    2000’lerin başında bitmesi gereken bir çile, özellikle uzun yolda kendisini hissettiriyor. Beygirler yüzlerce değilse atmosferik motor çok yorucu olabiliyor. Özellikle sollamalarda, uzun rampalarda; daha doğrusu ivmenin kaybolduğu her an turbonun icadına şükrediyorsunuz. Evet bu otomobil sol şeridi kapatıp 200 km/h sabit gidilecek bir otomobil değil ancak birkaç yüz metreyi aşan rampalarda, rakım da yüksekse kendinizi can çekişirken buluyorsunuz. Fiat burada basitlik, sorunsuzluk ve ucuz işletme maliyetlerini göz önünde bulundurarak bir üretim gerçekleştiriyor fakat bir noktada bu güçsüzlük güvenlik problemleri de doğuruyor. Standart bir şehir kullanımında bundan daha fazla güç çok gerekli mi, tartışılır ancak benim düşünceme göre her otomobilde bazı maddeler kesinlikle gerekli. Bir noktada ivmelenme kabiliyeti de güvenlik standartlarından birisi diye düşünüyorum.

    Bir diğer can sıkıcı noktası ise robotize edilmiş şanzımanı. Bugüne kadar sadece bir kez aşırı ısınma uyarısı aldım ancak düz yolda bile kararsızlaşıp vites düşürüp arttırdığı oluyor. Üstelik ne eğimde bir değişiklik var ne de sağ ayağımın dozajlamasında. Havadaki oksijen miktarı bir hava boşluğuna denk geldiğim için aniden düşmediyse bunu yapmasını anlamsız buluyorum.

    En hayati iki parçadaki sorunlar, elektrifikasyondan nasibini almış 500e modelinde giderildi. Model hâliyle çağ dışı şanzımandan kurtuldu. Elektriğin getirdiği gücün doğrudan tekerlere kayıpsız aktarım imkânı, ister istemez modeli cazip kıldı. Kabul edilebilir menzili ile dikkatimi çekmeyi başaran model, bütçem el veriyor olsa şehir içi kullanım için satın almak isteyeceğim otomobillerin başında geliyor.

    Galata katlı otoparkı

    Luigi, ekonomimiz buna izin verse asla satmak istemeyeceğimiz bir otomobil. Zira Beste’ye çok yakıştırıyorum ve onun da ne kadar sevdiğini biliyorum. Üstelik otomobil Beste’nin üstüne ve hâliyle onun ilk arabası. Kurduğu duygusal bağı tahmin edebiliyorum.

    Premses

    Sahip olduğum bütün otomobillerle duygusal bağ kuran birisiyim. Onların kişilikleri olduğunu düşünüyorum ve her birisinin kendi içerisinde farklılaştığı yerler olduğuna inanıyorum. 500, gözümde puppy’den farksız. Eksikliklerini biliyorum; güçsüz, atik değil ve çağ dışı bir şanzımana sahip. Bu, onu sevmediğim anlamına gelmiyor. Her yansımada dönüp bakıyoruz. Özellikle düşük hızlarda şehir içerisinde dolanırken yolumuzu uzattığımız oluyor. Onu her park edişimizde dönüyor ve bakıyoruz. Bu, sahip olunan otomobilin ne kadar keyif verdiğiyle doğru orantılı bir durum. Umarım park edince dönüp bakmayacağımız bir otomobilimiz olmaz. Ve umuyorum daha birçok kez sabah erken saatte uyanıp yola koyuluruz.

    Bir Eskişehir yolculuğunun başlangıcı
  • Barto’s Burger Place, Maslak Oto Sanayi

    Barto’s Burger Place, Maslak Oto Sanayi

    Maslak Oto Sanayi’de vakit geçirmekten keyif alıyorum. Özellikle komşu dükkanlarda ilgimi çeken otomobiller olduğunda çok daha fazla keyif alıyorum. Bir süredir Instagram’da takip ettiğim Barto’s Burger‘ın Maslak’taki şubelerinde sergilenen otomobilin değiştiğini, Lotus’un yerini artık Lancia Delta Integrale‘nin aldığını görünce yola koyulduk.

    İkimizin de tercihi New York Double Smash oldu. Beste köftelerinden birini bana verdiği için toplamda üç köfte yemiş oldum. Ekmeği, köftesi, patatesi ile oldukça tatmin olduğum bir hamburger menü yedim. Hatta uzun zamandır ilk defa bir adet patates alsak da yetermiş diye düşündüm. Bunu dememde triple yemiş olmamın payı olabilir… Lancia’yı görebileceğimiz bir yere oturduk, bu yüzden her lokmada arkada dönen videolara göz atıp Lancia ve diğer otomobiller üzerine sohbet ettik.

    Yemekten biraz zaman geçtikten sonra kahvesini de deneme fırsatım oldu. Kahveleri belki hamburgerleri kadar iddialı değil ancak gayet yeterli bir lezzet sunuyor. Fiyatları ise bugünlerde uğradığım çoğu kahveciden çok daha uygun. Beste kahve içmedi ve çikolata soslu Sundae yedi. Tadı fena değildi.

    Yaşadığımız deneyimden o kadar memnun kaldık ki bir gün sonra iki arkadaşımızla yeniden uğradık. Benim tercihim yine aynı oldu. Beste ise bu sefer Oklahoma Onion Smash yedi. Tadına baktım ve onu da beğendim.

    Fiyatlar için ne ucuz diyebilirim ne de pahalı. Elbette iki hamburger menü için bin liradan fazla para vermek alışması zor bir durum ancak evde yaptığımda karşılaştığım maliyetleri düşününce anlayabiliyorum. Yolunuz Maslak’a düşerse buraya uğrayıp bir şans vermenizi kesinlikle öneririm.

    Çalışanların giydiği ve kendi yorumları olan tshirt ve kapüşonluların satışını da yapıyorlar. Kaliteleri mükemmel olmasa da fiyatları bin lira altında olan bu ürünler eğlenceli tasarımlara sahip. Aralık ayında yeni ürünlerin geleceğini öğrendiğim için bu seferlik bir şey satın almadım.

    Uzun soluklu olmasını ve müdavimi olmayı istediğim bu yeni yeri keşfettiğim için mutluyum. Muhtemelen birçok arkadaş grubumla tekrar tekrar gideceğim.

    Barto’s Burger hakkında daha fazla bilgi için resmi Instagram hesaplarını ziyaret edebilirsiniz.

  • iPhone 16 Pro: İlk İzlenim ve Deneyim

    iPhone 16 Pro: İlk İzlenim ve Deneyim

    Form faktörü tutturmuş markaların ufak geliştirmelerle yeni model çıkarmasına alışığız. Apple, iPhone 15 Pro serisinin biraz daha geliştirilmiş versiyonu olan 16 Pro’yu duyurduğunda heyecanlanacak çok şey olmasa da ilerleme devam ediyordu.

    Son iki senedir serinin Pro modellerini kullanıyorum ve 16 Pro’yu da satın aldım. İlk dikkatimi çeken bazı özellikler şunlar oldu;

    • 4K’da 120 kare çekebilmesi
    • Kamera denetimi düğmesi
    • 1 nit minimum parlaklık
    • 5X optik yakınlaştırma
    • Daha hızlı Magsafe şarj hızı
    • Video kayıtlarında daha iyi bir performans sunduğu iddia edilen mikrofon dizilimi

    Yazının devamında bu maddeleri biraz açacağım. Önce biraz iPhone ailesi hakkında konuşalım.

    Son birkaç modelde baz iPhone modelleri ile Pro modeller arasındaki farklar oldukça fazlaydı. Hatta Pro modeller arasında bile bazı farklar oluyordu. Apple, Pro modeller arasında ekran boyutu ve batarya ömrü dışında bir fark bırakmayarak kullanıcıların karar vermesini kolaylaştırdı. Baz modeller ile Pro modeller arasındaki fark da giderek azaldı. Özellikle son iki senede çıkan baz modellerdeki işlemcilerin, kendisinden bir sene önceki Pro modelinde yer alan işlemciler ile aynı isimde olması ve benzer güç sunması, psikolojik olarak eski bir cihaz almışım hissi uyandırıyordu. Üstelik donanımsal eksiklikler de az buz değildi. 16 serisi ile birlikte Aksiyon Düğmesi ile Kamera Denetimi de baz modelde yer almaya başladı. İşlemciler Pro modeller ile aynı nesil isimlendirmesine sahip, böylece psikolojik olarak eski ürün alıyormuş hissi de ortadan kalktı.

    Çoğunluğun beğenmediği ancak benim bir önceki dönemde sunulan deri kılıflardan daha çok beğendiğim Mikro Dokuma kılıflar kaldırıldı ve yerine bir alternatif konulmadı. Silikon kılıflar hem çok toz tutuyor hem de cebe koyarken oldukça zorluyor. Diğer alternatif olan şeffaf kılıf ise telefonun alt kısmında yeterince koruma sağlamıyor.

    Gelelim yukarıdaki maddeleri biraz açmaya;

    4K 120 Kare

    4K’da 120 kare çekmesi, özellikle daha derin videolar çekmeye yarıyor. Daha önce 1080p çözünürlükte birçok deneme yaptığım için uzun vadede bu özelliğin yaratıcı işler ortaya çıkarabileceğini düşünüyorum. Genel düşüncem şu, bir telefon kamerasıyla üretilen içerik en fazla telefonda tüketilir ve sırıtmaz fakat son birkaç senedir telefonda üretilen içerikleri televizyonda, 5K çözünürlüklü monitörümde izlerken şunu fark ediyorum ki, artık düzgün ışık ve mikrofonla iş görebilir haldeler. Log çekip üzerine vakit ayırıp rengiyle vesaire uğraşanlar için zaten çok daha iyi sonuçlar alabilmek mümkün. Ben de ufak ufak denemeler yapıyor ve düzenlemeler ile ilgili kaynaklar okuyorum.

    Kamera Denetimi

    Kamera Denetimi düğmesi, ürünlerinin üzerindeki tuş ve port sayısını azaltmak isteyen Apple’dan çok da beklemediğim bir hareket oldu. Her ne kadar fiziksel bir düğme olmasa da bir noktada şarj portunu dâhi kaldırmak istediklerini düşünüyorum. Böylece hem su ve toz dayanımını arttırmak hem de maliyetleri düşürmek istiyorlar gibi geliyor. Düğmenin kendisine gelecek olursak, ben düğmenin konumunun yatay modda tutarken fazla solda kaldığını düşünüyorum. Böyle olunca da özellikle video çekerken telefonun alt kısmındaki mikrofonlar kapanmış oluyor. Mikrofonları kapatmamak için ise sağdaki gibi tutmak gerekiyor.

    Böyle tutunca da ekranın sağ kısmını görmek pek mümkün olmuyor. Doğrusu isminde Pro olan modeller için bu tür yenilikleri destekliyorum çünkü hem profesyonellere yönelik cihaz tasarlayıp hem de onların kullanacağı geliştirmeler yapmak yaratıcı insanların işini kolaylaştırıyor. Üstelik Apple, bu tuşu sadece bir deklanşör düğmesi olarak değerlendirmeyip bazı jestler de eklediği için ileride çok daha fazla özellik destekleyebileceğini hayal edebiliyorum. Örneğin ekrana dokunmadan kaydırma, vb. gibi.

    1 Nit Parlaklık

    1 nit minimum parlaklık, özellilkle çok karanlık ortamlarda telefona bakmak gerektiğinde aslında çok aradığım bir özellik. 15 Pro serisinde elle ayarlayabildiğim en düşük parlaklık bile bazen o kadar parlak geliyor ki.

    5X Optik Yakınlaştırma

    5X optik yakınlaştırma, aslında 15 Pro Max’te de yer alıyordu ancak Apple, 15 Pro’ya bu özelliği koymamıştı. 16 serisi ile birlikte Pro ve Pro Max modellerinde aynı kamera dizilimi yer alıyor. Yine sosyal medya veya telefonla tüketilecek içerikler için oldukça iş görür bir çözüm ortaya konmuş diye düşünüyorum. Galata Köprüsü’nün ortasından çektiğim bu fotoğraftaki Tershane yazısının okunması, bence gayet yeterli. (Dördüncü fotoğraf)

    Daha Hızlı MagSafe

    Daha hızlı MagSafe desteği geç kalınsa da nihayet dedirten bir gelişme oldu. Ben belki de sadece Type C desteği nedeniyle 15 serisine geçsem de telefonu neredeyse beş kere bile kablo ile şarj etmedim. Masamda ve yatağımın yanındaki komodinde MagSafe şarj aleti bulunuyor ve sürekli bu teknolojiyi kullanarak şarj ediyorum. Kablosuz şarj çok yeni bir teknoloji olmasa da hem mıknatıs yerleşimi ile gelen aksesuarlar hem de kesintisiz, ısınmadan şarj edebilme özelliği Apple’ın imza dokunuşlarından birisi olmuştu.

    Yeni Mikrofon Dizilimi

    Video kayıtlarında daha iyi bir performans sunduğu iddia edilen mikrofon dizilimi, sosyal medyada ekipmansız içerik üreten birçok insanın oynayacağı yeni oyuncaklardan birisi oldu. Ben Çerçeve modundaki sonuçları bir mobil cihaz için fena bulmadım. Kamerayı nereye çeviriyorsanız o bölgedeki sesleri kaydetmeye çalışsa da düzensiz gelen seslerde sonuçlar elbette çok verimli değil.

    İlk fark ettiğim klasik Apple hareketi ise şu oldu, 16 Pro ile çekilmiş bir fotoğrafı veya videoyu 15 Pro’da düzenlerken aslında 16 Pro’daki bütün özellikleri kullanabildiğimi fark ettim. (Mikrofon kaynağını değiştirme, Stiller özelliği gibi.) Her ne kadar mikrofon dizilimindeki değişiklikler 15 Pro’da bu özelliği kullanamamayı açıklasa da Stiller özelliğinin yazılımsal olarak 16 Pro’ya özel hazırlanması ve limitlenmesi, klasik bir Apple saçmalığı olmuş. Henüz bir sene önce tanıtılan bir ürünün yazılımsal olarak bu denli limitlenmesi yeni bir Apple hareketi olmasa da trilyon dolar değerine ulaşmış ve servislerden de milyonlarca dolar kazanan bir şirketin hâlâ bu kadar aç gözlü olmasını anlamamda güçlük çektiriyor.

    iPhone 16, her ne kadar çok fazla yenilik getirmemiş görünse de sıfırdan tasarlanan ve termal verimliliği artan yeni bir iPhone modeli. Dolar bazında fiyatlarında bir değişiklik olmasa da hem belirlenen kur hem de üzerindeki fahiş vergiler nedeniyle Türkiye’de yüz bin liralar telaffuz edilmeye çoktan başlandı.

  • Dyson Ontrac: İlk İzlenim ve Deneyim

    Dyson Ontrac: İlk İzlenim ve Deneyim

    Kağıt üzerinde beklenti oluşturacak teknik özellikler sunan Dyson’ın ikinci nesil kulaklığı Ontrac satışa çıktı. Türkiye fiyatı 20 bin lira olan kulaklığın değiştirilebilir kulaklık süngerleri ile dış kapakları ise ikişer bin liradan satışa sunuldu. Marka, iki binden fazla kombinasyon yapılabileceğini belirttiği bu kişiselleştirme seçenekleri ile bence doğrudan Airpods Max tüketicilerini hedefliyor.

    Henüz ürünü incelemeden öngörülebilir olduğunu düşünüyorum: dış kapaklar herhangi bir dokunmatik yüzey barındırmadığı için jestler doğrudan bu malzemenin altındaki tarafa iletilmek üzere tasarlanmış ve biraz kuvvetli vurmak gerekiyor. Bu da içgüdüsel bir kontrol deneyimi sunmaktan oldukça uzak hissettirdi. Daha iyi bir tasarım anlayışı tercih edilebilirdi. Ayrıca kontrol düğmesi olarak yerleştirilen düğmede hareketleri gerçekleştirmek için gereğinden daha fazla kuvvet uygulamak gerekiyor. Deneme ürününe has bir şey mi, bir tasarım tercihi mi emin değilim ancak tasarım bu şekildeyse eksi hanesine yazar.

    MyDyson uygulaması ile öntanımlı üç farklı EQ ayarı sunuyor. Bas güçlendirme modunda basların çalışma aralığı hoşuma gitti. ANC özelliği ise rakiplerine kıyasla en iyisi değil ancak yine aynı şekilde fena iş çıkarmıyor. Transparan modu ise birçok rakibinde şikayet ettiğim, dışarıdaki sesi robotize bir şekilde iletmiyor, oldukça pürüzsüz ve kulaklık yokmuş gibi bir deneyim sunabiliyor. Hâlâ Airpods ürünleri bu konuda en iyisi gibi geliyor.

    Kulaklığın görüntüsü bana Bang & Olufsen HX’i anımsatıyor. Hatta görüp deneyene kadar niyeyse doğrudan onunla karşılaştırma ihtiyacı hissettim. Berbat bir ses kalitesi sunduğunu söyleyemem, ortalama bir insan için gayet yeterli bir deneyim sunuyor. 6hz-21Khz gibi bir özellik sunan bir kulaklıktan ses (daha doğrusu sürücü) anlamında da daha iyi işler beklemek yanlış olmaz. Kötü diyemem, doğrusu temiz bir ses sunuyor ancak benzer fiyatlarla satılan ve belki de bir asırdır ses üzerine uzmanlaşan firmaların ürünleri hâliyle daha mantıklı oluyor. Taşıma çantası Airpods Max’e kıyasla daha iyi fakat daha iyi yapan markalar var. ANC özelliği açıkken 55 saate varan şarj süresi sunuyor, bu da günümüz beklentilerini karşılıyor.

    Dyson, Airpods Max alabilecek ve ortalama beklentilere sahip çoğunluğa hitap eden bir ürün tanıtmış ancak etkisi Türkiye’de henüz hissedilmemiş görünüyor. Bazı ürünleri pahalı yaparak albenili yapamıyorsunuz. Aynı zamanda bu pahayı karşılayacak bir şeyler de sunmak gerekiyor. Dyson, süpürge konusunda bu başlığa örnek olabilir ancak kulaklıkları ile değil. İlk nesil hâlâ alay konusu. Aklıma gelen diğer örnek ise DS otomobil firması. Kristal dokunuşlar allanıp pullanmış bir Citroën olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

    Apple, Airpods Max ürününde bir başarı elde ettiyse bu tamamen markasının sayesinde oldu. Sanmıyorum ki o kullanışsız çantasıyla, kısa şarj süresi ile insanlar bayıla bayıla alsın. Apple ekosistemindeki en rahat kullanıma sahip ve en yormayan kulaklık modellerinden biri olsa da ikinci nesli ile de hiçbir yenilik getirmemiş görünüyor.

    Tasarım

    Rating: 4 out of 5.

    Teknoloji

    Rating: 3 out of 5.

    Fiyat

    Rating: 2 out of 5.

    Özetleyecek olursak; benden bir kulaklık tavsiyesi isteyecek olursanız, Dyson OnTrac sunacağım alternatiflerden birisi olmazdı.


    Bu arada Dyson markası, hem Whatsapp hattıyla hem de çağrı merkeziyle bu ürünü nerede deneyebileceğiniz konusunda hiçbir bilgi vermiyor. Marka için kabul edilemez bir şey olduğunu düşünüyorum. Ben Akasya AVM’deki şubelerinde mutlaka olacağını düşünüp başka bir işimin olmasını da bahane edip gitmiş ve ürünün sergilenemediğini, sebebinin ise hemen yan komşuları Apple olduğu bilgisini aldım. Çalışanlardan birisinin Emaar AVM’deki tanıdığına ulaşıp deneme ürünü olup olmadığının bilgisini alarak bizi oraya yönlendirmesiyle deneme fırsatı buldum. Aynı zamanda Zorlu AVM’de de stantta gördüm ancak deneme ürünü var mı, yok mu bir bilgim yok.

  • Kompartıman, Yeldeğirmeni

    Kompartıman, Yeldeğirmeni

    Dışarıdan çalışmak istediğimiz bir gün Yeldeğirmeni’nde yer alan Kompartıman’ı denedik. Öğle arası geçtiğimiz için ufak balkonundaki sandalyelere geçip içeceklerimizi içtik. Her ne kadar arka bahçeye baksa da açık hava ve koltuğun rahatlığı neredeyse uykumu getirdi. Kahvesi oldukça lezzetliydi.

    Sonrasında Yeldeğirmeni’nden Moda’ya doğru sokaklarda yürüdük ve akşam ne yesek diye düşünürken yeniden Kompartıman’a geldik. Benim tercihim günün menüsünde yer alan tavuk şiş, tablacı salatası ve beraberinde pideden yana oldu. Gerek sunum gerekse lezzet anlamında oldukça tatmin edici bir seçimdi.

    Beste ise menüde yer alan kuskus tabuleli ızgara tavuk tercih etti. Hem kuskusundan hem de tavuğundan tattığım için onu da oldukça beğendiğimi söyleyebilirim.

    Yüksek tavanı, güzel mekan tasarımı ve kibar çalışanları ile uzun zamandır vakit geçirmediğim Yeldeğirmeni’nde hoş bir gün geçirdim.

  • Çirkin Ördek Yavrusu: Airpods Max İncelemesi

    Çirkin Ördek Yavrusu: Airpods Max İncelemesi

    Fotoğraf makinesi konusunda olduğu gibi kulaklık konusunda da birçok farklı marka model deneme şansı buldum. Bazılarını satın aldım ve uzun süreler kullandım. Bazılarıyla ise birlikteliğim çok kısa sürdü, hayal ettiğim deneyimi sunmaya yakın bile değillerdi.

    Üzerinde 3.5mm girişi olmayan bir kulaklığa sahip olma fikri bile bana oldukça uzak geliyorken Apple’ın telefonda yaptığı devrimi kulaklıkta da yapması şaşırtıcı gelmiyor. Fakat bunun kazandırdıkları ne, kaybettirdikleri ne? Telefondaki dönüşümün batarya için ek yer kazanma çabası ve su geçirmezliği arttırma konusunda da faydaları olduğunu söyleyerek tüketiciler ikna edilmeye çalışıldı ancak alan konusunda oldukça cömert yer sunan ürünlerde buna sahiden gerek var mıydı?

    İsminde Pro geçen herhangi bir üründe 3.5mm kulaklık girişi olmamasını kabul edemiyorum. Giriş seviyesi bir telefonda olmamasını kablosuz kulaklık satma stratejisi olarak değerlendirip kabul elebilir bulsam da, ki onu dâhi kabul etmek istemiyorum da… İsminde Pro olan ve içerik üretimini destekleyen bir cihazda bu girişin olmaması ve insanların sadece bir Usb portuna mahkum bırakılması çok mantıklı gelmiyor. Hele ki bu ürün Ipad Pro gibi yaratıcı işlere ev sahipliği yapmasının yanı sıra sahada kullanımını destekleyen birçok yardımcı aparatı bulunan bir ürün ise…

    Ne yazık ki bu amaç için tasarlanmamış bir teknoloji ile (Bkz: Bluetooth) yüzde yüz bir senkron yakalamak günümüzde hâlâ mümkün değil. Senkron konusunda en iddiali üründe bile Garageband açıp klavyede bir tuşa bastığınızda aradaki gecikmeyi fark edecek ve ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Günlük kullanımda dizideki ses görüntü arasında asenkron bir sahne yakalamak önceki nesil ürünlere göre daha zor olsa da tam anlamıyla bir başarı henüz gelmiş değil.


    Bang Olufsen HX, Bowers & Wilkins PX5 gibi görece lüks ürünler ile birlikte Sony WH-1000XM4, Sennheiser Momentum 3 gibi özellikleri döneminin en iyisi olan birçok farklı kulaklığa sahip olma şansını yakaladım.

    Kağıt üzerinde her birinin öne çıkan oldukça iyi özellikleri var. Sürücülerinden bağlantı teknolojilerine, yazılımsal özelliklerinden kontrolcü yeteneklerine kadar her biri dönemi için en iyi modeller arasında diyebileceğim ürünlerdi. Elbette her birinin kendince eksiği vardı ancak bunların hiçbirisi müzik özelinde değildi. Uzun kullanımda kafada ağırlık hissetme, kontrolcüsünün içgüdüsel olmaması vb. gibi şeylerdi.

    Kaynak: Bang & Olufsen

    Sahip olduklarım arasında en estetik bulduğum kulaklık Bang Olufsen HX idi. Her ne kadar ses arttırma/kısma veya önceki/sonraki şarkıya geçme için ayarlanmış jestler içgüdüsel değil ve kontrol etmesi zor olsa da gerek ürünün üretim kalitesi gerekse seste yaşattığı o temiz ve berrak deneyim listemde en tepeye yerleşmesi için oldukça yeterli. Uzun kullanımda ağırlığını hissediyor ve ara verme ihtiyacı hissediyorsunuz. Üstelik gürültü engelleme özelliği yeterince iyi değildi.

    Benzer problem Bowers & Wilkins PX5 modelinde de başıma geldi. Uzun kullanımda yorucu oluyor ve ara verme ihtiyacı hissediyordunuz.

    Sony, Bose veya Sennheiser modelleri teknik özellik anlamında en iyi deneyimleri sunan modeller diyebilirim. Özellikle Sony ve Bose gürültü engelleme konusunda çığır açan bir deneyim sunuyor ki bir noktada bundan rahatsızlık bile duymaya başlıyorsunuz. Transparan modundaki başarı bu noktada oldukça önem arz etmeye başlıyor ancak o konuda da çok iyi bir deneyim sunabildiklerini söylemem pek mümkün değil. Transparan özelliği bazı durumlarda güvenlik için dâhi gerekiyor. Örneğin bir iş çıkışı yürürken trafikte akan araçların sesini duyabilmem gerekiyor ve gürültü engelleme özelliği ile yürümek oldukça tehlikeli sahneler yaşamama neden olabiliyor. Transparan modunda ise neredeyse kulaklık kafamda değilmiş gibi bir deneyim yaşıyorum ancak dış sesin kulağa aktarımı konusunda sesin bir nebze robotikleşmesi ve mikrofondan geliyor oluşunun anlaşılması bu deneyimi baltalıyor. Tıpkı VR gözlüklerdeki ilk deneyimde insan beyninin afallaması gibi bir şey olduğunu düşünüp zamanla geçeceğini öngörsem de uzun kullanımlarda da sıkıntı yaşamaya devam ettim.

    Sony ve Bose modellerinde kullanılan materyalin plastik olması her ne kadar hafiflik sağlasa da kalite ve hissiyat anlamında iyi bir deneyim sunmuyordu. Sennheiser modelinde de yükseklik kızaklarının dişli yapıda olmaması uzun kullanımda ayarlanan yüksekliğin sabit kalmaması gibi bir probleme yol açıyordu. Bunu Kanyon’daki deneyim mağazasında sergilenen modelde görünce satın almaktan anında uzaklaşmıştım.

    Airpods Max?

    Bir noktaya kadar Apple için “kullandıkları ürünleri üreten marka” diyordum. Öyle ince tasarım ve kullanım detayları yakalıyorlar ki, o ürünü ürettikten sonra günlük hayatta kullanmaya devam ediyorlar ve kendilerince problem gördükleri birçok noktayı gerek yazılım gerekse donanım güncellemeleri ile fixliyorlar. Bazı konularda kendilerine dert yaratıp sonradan çözüm sunsalar da çoğunlukla fikrim bu yöndeydi.

    Peki 3.5mm girişi olmayan bir kulaklık fikrini makul gören neydi? Çantasının anlamsız tasarımı ile bir kol çantası şeklinde taşınmasını beklemişler ve bunu bir kulaklıktan ziyade bir aksesuar olarak düşünmüşler gibi geliyor. İçerisinde yer alan teknolojiyi Beats ürünlerinde de görüyorsunuz ancak Airpods Max, Apple imzası taşıyan ilk başüstü kulaklığı olduğu için değerlendirmeyi onunla yapmak doğrusu gibi geliyor. Bu kulaklığı 579 Euro etiketiyle satılığa çıkaran şey sadece onu mücevher kategorisine sokmak isteyen Apple bakış açısı diye düşünüyorum.

    Kaynak: Apple

    Tıpkı Airpods Pro gibi bu kulaklık da bağlanma, cihazlar arası geçiş, gürültü engelleme ve uzamsal ses konusunda tatminkâr sonuçlar veriyor. Transparan modunu Apple’dan daha iyi yapabilen bir kulaklığı henüz kullanmadım. Alanında en iyi kulaklıklar denilen modellerde dâhi dışarıdan alınan ses kulağınıza aktarılırken robotik bir efekt uygulanmış gibi hissettiriyor ve yukarıda da bahsettiğim gibi bu bir süre sonra alışılabilecek bir şey değilmiş gibi geliyor.

    Airpods Pro modelinde kulaklığın kulağınızda olduğunu dâhi unutabilirsiniz. Max’te boyutları ve ağırlığı itibariyle bunu diyebilmek elbette mümkün değil ancak deneyimi Pro’dan aşağı kalır değil.

    Uzun süreli kullanımda ise fark ettiğim ilk şey kulaklığın baş ağrıtmadığı oldu. Diğer modellerde bir saatin üstündeki kullanımlarda kulaklarda ısınma ve kulaklığın kafayı sıkıştırdığını hissediyorsunuz.

    Sonuca gelecek olursak Apple’ın en beğendiğim deneyimlerinden birisini sunan en çirkin ürünü Airpods Max oldu. Cihazı kendim satın almadım ve bu paraları verebileceğim en son kulaklık olduğunu teyit etmiş oldum. Her ne kadar deneyim anlamında en iyilerden birisini sunsa da günün sonunda bunun tasarımını gözüm kabul edemiyor, şarjı bittiği zaman bomboş bir çöpe döndüğünü aklımdan çıkaramıyorum. Kablosuz bağlanabilmek çok büyük bir rahatlık sunsa da kablolu kulanmak istediğinizde bunu yapamadığınız bir kulaklık fikrini kabul edilebilir bulmuyorum. Çektiğim videoların seslerini düzenlerken günlük kullandığım Marshall Monitor II ANC’yi kablolu bir şekilde kullanıyor, her ne kadar bağlanma ve cihazlar arası geçişte bir Apple ürünü olmadığını fark etsem, verdiği sesin kirli olduğunu bilsem de deneyim ve görüntüsü itibariyle onu kullanmaktan keyif alıyorum. Üstelik yarı fiyatına.

    Kaynak: Marshall
  • Fujifilm X-Pro 3

    Fujifilm X-Pro 3

    Bu yazıda sizlere yeni aynasız makinem Fujifilm X-Pro 3 ve beraberinde satın aldığım, Fujifilm’in yeni harika lensi 8mm f3.5 lensi hakkında izlenim ve tecrübelerimi aktaracağım. Leica benzeri kült tasarım ve eski usül kontrolcüler ile eşsiz bir deneyim sunduğunu en baştan söyleyeyim.

    Fujifilm X-Pro 3

    Ricoh GR III ile yaşadığım çalkantılı aşkımın son birlikteliğinin ardından bir süre fotoğraf makinesi satın almadım. Fujifilm’in mayıs ayında gerçekleştirdiği etkinlikte duyurulmasını beklediğim X-E5 ve X-Pro 4 tanıtılmayınca beklemenin pek bir anlamı olmadığını düşündüm. Zira gerek sensör olarak gerekse yazılım olarak büyük bir güncelleme geleceğini düşünmüyorum. Biraz daha hızlı autofocus, biraz daha iyi ergonomi, biraz daha uzun batarya ömrü, vesaire… Bu biraz dahalar için harcanacak ekstra kaç yüz dolar olduğunu bilmemek, özellikle kurun bu kadar oynak olduğu dönemde beklememeye itti.

    Ben ağırlıklı olarak sokak fotoğrafları çektiğim için ve eski alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemeyen birisi olduğum için vizörün makinedeki konumu nedeniyle alabileceğim makineler oldukça sınırlı. Birçok yöne hareket eden dokunmatik ekranlar geliştirilmiş olsa da kişisel tercihim vizör kullanarak fotoğraf çekmek yönünde. Elektronik vizöre dâhi ilk başlarda oldukça çekimser yaklaşmıştım. Neyse ki X-Pro 3, optik vizör kullanımına da izin veriyor. Elektronik vizörün kattığı artıları düşününce baştan karşı değilim ancak eski usül fotoğraf çekmeye alışık birisi için bunlar ürkütücü teknolojiler olabiliyor.

    X-Pro 3, 2019’un sonlarında tanıtıldı. Güncel bir makine sayılmaz ancak 2021 başlarında tanıtılan X-E4’ün de aynı sensörü kullandığını hatırlatmak isterim. Muhtemelen gelecek yeni modelde sensör tarafında bir güncellemeden ziyade işlemci tarafında güncelleme olacaktır. Zira sensör ihtiyaçları hâlâ karşılayabiliyor. Bunu X-S20 modelinde gördük. Onun için de ayrı bir yazı yazacağım.

    Bu makinenin, Fujifilm’in ve diğer markaların muadil modellerinin arasından sıyrılmasını sağlayan en önemli özelliği ekranının kapalı şekilde kullanımına teşvik edecek tasarım anlayışı. LCD ekranın sunduğu konfor, diğer modellere göre daha limitli ancak Fujifilm burada kullanıcıların vizörden fotoğraf çekmesini ve o eski saf fotoğraf çekme hissini yaşamalarını istiyor. Ekran yalnızca aşağıdaki hareketi yapabiliyor.

    Saf Fotoğrafçılık mottosuyla titanyum gövdeli bir fotoğraf makinesi üretmek günümüz için oldukça büyük bir risk olsa gerek diye düşünüyorum. Bu riski de açıkçası ya işini çok iyi bilenler veya benim gibi manyaklar alır.

    Bir diğer sıyrılan noktası ise ekran kapalıyken arkada yer alan ve film simulasyonlarını görmeyi sağlayan basit monochrome ekran. Eskiden film kutularından kestiğimiz ve makineye hangi filmi taktığımızı hatırlamamıza yardımcı olan boşluğu taklit eden tasarım, eski hisleri yaşatmaya devam ediyor.

    Eğer makinenin kısayollarına alışırsanız ve kullanımı için ekrana ihtiyaç duymazsanız ekranı açmadan arkadaki ufak ekran ile ayarladığınız öntanımlı setler arasında gezinebilir, vakit kaybetmeden fotoğraf çekmeye başlayabilirsiniz.

    Çift hafıza kartı yuvası ile daha güvenli bir fotoğraf çekme deneyimi sunan X-Pro 3, 2019’da tanıtılmış olsa bile Usb C bağlantıya imkân tanıyor. Her ne kadar bunun için profesyonel bir karşılaştırma yapmış olmasam da gerek duyduklarım gerekse kendi amatör tecrübelerim, bu makinenin Jpeg çıktılarının diğer Fujifilm modellerinden bir miktar daha doygun ve daha güzel göründüğünü düşündürüyor.

    Önceleri Fujifilm X100V ve X-E4 kullandığım için benzer dönem makinelerini karşılaştırarak artıları eksilerini kısaca özetleyeyim.

    X100V ve X-E4 temelde neredeyse birebir aynı makine. Yalıtım farkları ve X100V’nin sabit lensi olması dışında aklıma gelen tek artısı idarelik de olsa dahili flaş barındırıyor olması. Konser vb. gibi kapalı ve karanlık yerlerde güzel sonuçlar almak için bir de flaş taşıma külfetinden kurtarıyor. Geri kalan neredeyse tüm özellikler birebir aynı.

    X-Pro 3 ise bu iki makineden teknik özelliklerden ziyade tasarım anlayışı ve beklentilerle ayrışıyor. Aynı APS-C CMOS sensöre, aynı iso başarımına, aynı boy dokunmatik ekrana, biraz daha iyi elektronik vizöre sahip. Fark yaratan özelliklerin başında mekanik shutter başarısını sayabilirim. X-E4, 1/4000 ile yetinirken X-Pro 3, 1/8000 sunuyor. Elektronik ile çok daha üst noktalara çıkabilmek elbette mümkün. Su ve toza karşı koruma konusunda X-E4’ün bir vaadi bulunmazken X-Pro 3, bu konuda da öne çıkıyor. Geri kalan birçok özellik yine oldukça benzer, hatta aynı.

    Özetleyecek olursak;

    X100V kompakt bir arayışı olan, dahili flaşı ile daha taşınabilir bir makine isteyen giriş ve orta seviye kullanıcılar için iyi bir seçenek ancak sabit lensli olması ve karaborsada neredeyse iki katına çıkan fiyatlarını kesinlikle hak etmeyen bir makine.

    X-E4, neredeyse X100V kompaktlığına sahip ancak lens değiştirme opsiyonu sunarken biraz ergonomiden biraz da kompaktlığından ödün vermek zorunda kalıyor. X100V parasına çok iyi bir prime lens ile set hazırlanabilir. Giriş, orta ve ileri seviyenin girişi diyebileceğimiz bir konumda konumlandırılabilir.

    X-Pro 3 ise bu iki makineden daha üst bir konuma konumlandırılmış ve artık bu işin keyif kısmına daha çok odaklanan profesyonel bir makine.

    Elbette bütçe olduktan sonra her makine ile fotoğrafa başlanabilir, sonuçta bu motor sürmek gibi bir şey değil. 1000cc motor ile sürmeye başlamak sizi öldürebilir ancak X-Pro 3 ile başlamak size bu tür bir olumsuzluk yaşatmaz. Tamamen bütçe, beklenti ve ihtiyaçlarla alakalı bir durum.

    Gelelim asıl olaya: Lense.

    Fujinon XF 8mm F3.5 R WR

    35mm’de karşılığı 12mm olan bu lens, kenarlarda minimum optik bozulma vaat ediyor. Üstelik bunu, neredeyse kit lens ile aynı boyu ile sağlayabiliyor. Her ne kadar ağırlıklı olarak vlog çekimlerinde tercih edilecek olsa da benim gibi sokakta fotoğraf çekerken tüm detayları toplamak, gerekirse sahneden kırpma özgürlüğüne sahip olmak isteyenler için muhteşem bir çözüm.

    Kenarlarda net ve yüksek görüntü kalitesi sağlamak için üç adet asferik merceğe iki adet ed mercek eşlik ediyor. 62mm filtre çapına ve yalnızca 215 gram ağırlığa sahip.


    Şimdi sizlere X-Pro 3, Fujifilm’in video/vlog ağırlıklı yeni kamerası X-S20 ve 8mm lens ile çektiğim fotoğraflardan birkaçını paylaşıyorum.

  • Don’t Look Up!

    Don’t Look Up!

    Ortalama bir Netflix yapımından biraz daha iyisi. Ama daha fazlası değil. Vermek istediği mesajı bir buçuk saatte de verebilecekken ve göndermelerini ortalama seyirciler bile anlayabilecekken süresinin eleştirilmesini anormal bulmuyorum. Genel hatlarıyla Netflix yapımı olduğunu belli etse de ortalamanın üzerinde bir iş olduğu kesin. Güncel göndermeleri, aklı başında birkaç insanın hayrına dönüyor dünya mesajını vermesi yeterliydi. Mutlaka izlenmesi gereken bir film mi? Bence değil, izleyecek bir şey bulunamadığı zamanlarda rastgele butonu olsa ve denk gelse izlenebilecek bir film.