Kaldığımız evden yaklaşık bir saat uzaklıkta yer alan ve üç ayrı limana sahip olan bu antik kent, deniz ticaretiyle zenginleşmiş ve ileri mühendislik örneği su dağıtım sistemleriyle öne çıkmış. Çam ormanlarının dibinde sahilde yer alan Phaselis, M.Ö. 690 yılında Rodoslular tarafından kurulmuş. Komşu kent olan Olympos tarafından korsan talanlarına maruz kalmış ve M.Ö. 43’te Roma İmparatorluğu egemenliğine girmiş.
Phaselis’i ziyaret ettiğimiz esnada ana caddenin taşları diziliyordu ve yer yer çalışmalar devam ediyordu. Tasnif alanı da dahil olmak üzere gezi rotasını engelleyecek bir kısıtlama, en azından bizim ziyaret ettiğimiz esnada yoktu. Hatta kente girişte bir tapınağın belki de yarısı henüz ufak bir tepecikten yeni çıkarılmış vaziyetteydi. Üstelik oldukça da iyi korunmuş görünüyordu.
Giriş tek sıra ile yapıldığı için Müze Kart’a sahip olmayanların oyalanmasını beklemek durumunda kalıyorsunuz. Biz herhalde bi’ yarım saati olabilecek en sakin günde bile girişte harcadık.
Aracımızı ağaçların altında gölge bir yere park ettikten sonra kenti gezmeye başladık ve sonrasında şemsiyemizi plaja dikip altında soluklandık. Antik kenti gezdikten sonra sıcak bunalttığı için denize oracıkta girebilmek muhteşem bir deneyimdi. Tarihi eserlerin hemen dibinde bunu yapabilmek sizi hem o dönemlerde yaşanan birçok sahneye götürüyor hem de oldukça özel hissettiriyor. Belki de şu ana kadar gezdiklerim arasında en hoşuma giden deneyimi bu kent sundu.
Antalya’daki tatilimiz biraz deniz-kum-güneş, biraz da kültürel olsun istedik. Bu nedenle Arkeoloji Müzesi başta olmak üzere yakın civarda bulunan antik kentleri gezmeyi de hedefledik. İki hafta süremiz olduğu için belki birkaç kenti daha görebiliriz diye düşünüyorduk ancak bir yerden sonra tekrara düşmemek ve ara vermek adına bazılarını sonraki seyahatlerimize bıraktık.
Perge’yi gezmeye karar verdiğimiz gün hava kapalıydı, hatta yağmur yağıyordu. Bu nedenle güneşin tam tepede olmasını umursamayıp yola çıktık ancak vardığımızda havada tek bir bulut parçası dahi kalmamıştı. Çıkardım tişörtümü ve yaklaşık üç saat süren bir eziyet başladı. Tatilin geri kalan kısmını mahvetmemiş olsa da iyi kızarmıştım.
Diğer antik kentlere nazaran bilgilendirme metni sayısı çok daha azdı. Her ne kadar soğuk içecek ve basit atıştırmalık alabileceğiniz bir dükkan yer alsa da içeride listelenen kitaplar piyasanın yaklaşık beş katı fiyatı. Buna dikkat etmekte fayda var. Ayrıca tuvalet konusunda almamız gereken çok yol var. Bu kadar az insanın olduğu bir günde bile leş gibiydi.
Perge, şehir merkezinden yaklaşık 15 km. uzaklıkta yer alıyor. Erken Tunç Çağı’na değin geriye uzanan bir birikime sahip şehirde ortaya çıkarılan heykeller Antalya Müzesinde sergileniyor. (Müze hakkında da daha sonra yazacağım.) Şehir, doğu-batı ve kuzey-güney yönünde uzanan iki ana caddeden oluşuyor. Şehir merkezinden kente giderken kullanılan yolun sol tarafında kalan ve oldukça iyi korunmuş bir tiyatrosu bulunuyor. Kente girişte ise bizi ilk olarak yaklaşık 12 bin kişilik bir stadyum karşılıyor.
Altın çağını Roma İmparatorluğu egemenliğinde yaşamış kent bu dönemde yeniden imar çalışmaları geçirmiş ve bu kamu yapıları ile estetik düzenlemeler o dönemde inşa edilmiş. Son parlak dönemini iste Doğu Roma döneminde yaşamış.
Yaklaşık iki hafta sürecek Antalya seyahatimizi planlarken yol üstünde bulunan Aizanoi Antik Kenti’ni gezmeye karar verdik. Güneşin en tepede olduğu öğle saatlerinde gezmek pek akıllıca bir hareket değildi ancak tapınağı gördüğümüz an ağzımız açık kaldı. Yer altı cellasına indiğimizde hem büyülendik hem de serinledik.
Çavdarhisar’da bulunan ve günümüze ulaşan en sağlam Zeus tapınaklarından birisine ev sahipliği yapan antik kentin bilgi alma tabelaları güneşten erimiş ve metinler neredeyse okunamaz hâle gelmişti. Yürürken bir yandan da internetten bilgi edinmek durumunda kalmıştık. Hafta içi ve öğle vakti gittiğimiz için neredeyse bizden başka kimse yoktu. Girişte yolda yapılan çalışmalar nedeniyle oldukça tozluydu. Gezmemiz yaklaşık 3 saat sürdü.
MÖ 3 bin yıllarına ait yerleşim izlerinin ortaya çıkarıldığı ve Helenistik Dönem’de Bergama ve Bithynia’ya, MÖ 133’de ise Roma egemenliğine giren yerleşim merkezi; tahıl ekimi, şarap ve yün üretimi sayesinde zenginleşmiştir. İlk sikkelerin bu dönemde basıldığı bilinmektedir.
Selçuklular Dönemi’nde Çavdar Tatarları tarafından üs olarak kullanılmasından ötürü Çavdarhisar ismini almıştır. 1970’lerden bu yana her yıl düzenli olarak kazı çalışmaları devam etmektedir.
Anadolu’da yer alan en iyi korunmuş Zeus Tapınağı’na, 15 bin kişi kapasiteli tiyatroya ve 13 bin 500 kişilik stadyuma, dünyanın ilk ticaret borsa binasına sahiptir. 8 numaralı blok yazıtta 16-40 yaşında bir erkek kölenin iki eşeğin ücretine, aynı şekilde üç erkek kölenin bir altın fiyatına eşdeğer olduğu belirtilmiştir.
Bu yazıda sizlere yeni aynasız makinem Fujifilm X-Pro 3 ve beraberinde satın aldığım, Fujifilm’in yeni harika lensi 8mm f3.5 lensi hakkında izlenim ve tecrübelerimi aktaracağım. Leica benzeri kült tasarım ve eski usül kontrolcüler ile eşsiz bir deneyim sunduğunu en baştan söyleyeyim.
Fujifilm X-Pro 3
Ricoh GR III ile yaşadığım çalkantılı aşkımın son birlikteliğinin ardından bir süre fotoğraf makinesi satın almadım. Fujifilm’in mayıs ayında gerçekleştirdiği etkinlikte duyurulmasını beklediğim X-E5 ve X-Pro 4 tanıtılmayınca beklemenin pek bir anlamı olmadığını düşündüm. Zira gerek sensör olarak gerekse yazılım olarak büyük bir güncelleme geleceğini düşünmüyorum. Biraz daha hızlı autofocus, biraz daha iyi ergonomi, biraz daha uzun batarya ömrü, vesaire… Bu biraz dahalar için harcanacak ekstra kaç yüz dolar olduğunu bilmemek, özellikle kurun bu kadar oynak olduğu dönemde beklememeye itti.
Ben ağırlıklı olarak sokak fotoğrafları çektiğim için ve eski alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemeyen birisi olduğum için vizörün makinedeki konumu nedeniyle alabileceğim makineler oldukça sınırlı. Birçok yöne hareket eden dokunmatik ekranlar geliştirilmiş olsa da kişisel tercihim vizör kullanarak fotoğraf çekmek yönünde. Elektronik vizöre dâhi ilk başlarda oldukça çekimser yaklaşmıştım. Neyse ki X-Pro 3, optik vizör kullanımına da izin veriyor. Elektronik vizörün kattığı artıları düşününce baştan karşı değilim ancak eski usül fotoğraf çekmeye alışık birisi için bunlar ürkütücü teknolojiler olabiliyor.
X-Pro 3, 2019’un sonlarında tanıtıldı. Güncel bir makine sayılmaz ancak 2021 başlarında tanıtılan X-E4’ün de aynı sensörü kullandığını hatırlatmak isterim. Muhtemelen gelecek yeni modelde sensör tarafında bir güncellemeden ziyade işlemci tarafında güncelleme olacaktır. Zira sensör ihtiyaçları hâlâ karşılayabiliyor. Bunu X-S20 modelinde gördük. Onun için de ayrı bir yazı yazacağım.
Bu makinenin, Fujifilm’in ve diğer markaların muadil modellerinin arasından sıyrılmasını sağlayan en önemli özelliği ekranının kapalı şekilde kullanımına teşvik edecek tasarım anlayışı. LCD ekranın sunduğu konfor, diğer modellere göre daha limitli ancak Fujifilm burada kullanıcıların vizörden fotoğraf çekmesini ve o eski saf fotoğraf çekme hissini yaşamalarını istiyor. Ekran yalnızca aşağıdaki hareketi yapabiliyor.
Saf Fotoğrafçılık mottosuyla titanyum gövdeli bir fotoğraf makinesi üretmek günümüz için oldukça büyük bir risk olsa gerek diye düşünüyorum. Bu riski de açıkçası ya işini çok iyi bilenler veya benim gibi manyaklar alır.
Bir diğer sıyrılan noktası ise ekran kapalıyken arkada yer alan ve film simulasyonlarını görmeyi sağlayan basit monochrome ekran. Eskiden film kutularından kestiğimiz ve makineye hangi filmi taktığımızı hatırlamamıza yardımcı olan boşluğu taklit eden tasarım, eski hisleri yaşatmaya devam ediyor.
Eğer makinenin kısayollarına alışırsanız ve kullanımı için ekrana ihtiyaç duymazsanız ekranı açmadan arkadaki ufak ekran ile ayarladığınız öntanımlı setler arasında gezinebilir, vakit kaybetmeden fotoğraf çekmeye başlayabilirsiniz.
Çift hafıza kartı yuvası ile daha güvenli bir fotoğraf çekme deneyimi sunan X-Pro 3, 2019’da tanıtılmış olsa bile Usb C bağlantıya imkân tanıyor. Her ne kadar bunun için profesyonel bir karşılaştırma yapmış olmasam da gerek duyduklarım gerekse kendi amatör tecrübelerim, bu makinenin Jpeg çıktılarının diğer Fujifilm modellerinden bir miktar daha doygun ve daha güzel göründüğünü düşündürüyor.
Önceleri Fujifilm X100V ve X-E4 kullandığım için benzer dönem makinelerini karşılaştırarak artıları eksilerini kısaca özetleyeyim.
X100V ve X-E4 temelde neredeyse birebir aynı makine. Yalıtım farkları ve X100V’nin sabit lensi olması dışında aklıma gelen tek artısı idarelik de olsa dahili flaş barındırıyor olması. Konser vb. gibi kapalı ve karanlık yerlerde güzel sonuçlar almak için bir de flaş taşıma külfetinden kurtarıyor. Geri kalan neredeyse tüm özellikler birebir aynı.
X-Pro 3 ise bu iki makineden teknik özelliklerden ziyade tasarım anlayışı ve beklentilerle ayrışıyor. Aynı APS-C CMOS sensöre, aynı iso başarımına, aynı boy dokunmatik ekrana, biraz daha iyi elektronik vizöre sahip. Fark yaratan özelliklerin başında mekanik shutter başarısını sayabilirim. X-E4, 1/4000 ile yetinirken X-Pro 3, 1/8000 sunuyor. Elektronik ile çok daha üst noktalara çıkabilmek elbette mümkün. Su ve toza karşı koruma konusunda X-E4’ün bir vaadi bulunmazken X-Pro 3, bu konuda da öne çıkıyor. Geri kalan birçok özellik yine oldukça benzer, hatta aynı.
Özetleyecek olursak;
X100V kompakt bir arayışı olan, dahili flaşı ile daha taşınabilir bir makine isteyen giriş ve orta seviye kullanıcılar için iyi bir seçenek ancak sabit lensli olması ve karaborsada neredeyse iki katına çıkan fiyatlarını kesinlikle hak etmeyen bir makine.
X-E4, neredeyse X100V kompaktlığına sahip ancak lens değiştirme opsiyonu sunarken biraz ergonomiden biraz da kompaktlığından ödün vermek zorunda kalıyor. X100V parasına çok iyi bir prime lens ile set hazırlanabilir. Giriş, orta ve ileri seviyenin girişi diyebileceğimiz bir konumda konumlandırılabilir.
X-Pro 3 ise bu iki makineden daha üst bir konuma konumlandırılmış ve artık bu işin keyif kısmına daha çok odaklanan profesyonel bir makine.
Elbette bütçe olduktan sonra her makine ile fotoğrafa başlanabilir, sonuçta bu motor sürmek gibi bir şey değil. 1000cc motor ile sürmeye başlamak sizi öldürebilir ancak X-Pro 3 ile başlamak size bu tür bir olumsuzluk yaşatmaz. Tamamen bütçe, beklenti ve ihtiyaçlarla alakalı bir durum.
Gelelim asıl olaya: Lense.
Fujinon XF 8mm F3.5 R WR
35mm’de karşılığı 12mm olan bu lens, kenarlarda minimum optik bozulma vaat ediyor. Üstelik bunu, neredeyse kit lens ile aynı boyu ile sağlayabiliyor. Her ne kadar ağırlıklı olarak vlog çekimlerinde tercih edilecek olsa da benim gibi sokakta fotoğraf çekerken tüm detayları toplamak, gerekirse sahneden kırpma özgürlüğüne sahip olmak isteyenler için muhteşem bir çözüm.
Kenarlarda net ve yüksek görüntü kalitesi sağlamak için üç adet asferik merceğe iki adet ed mercek eşlik ediyor. 62mm filtre çapına ve yalnızca 215 gram ağırlığa sahip.
Şimdi sizlere X-Pro 3, Fujifilm’in video/vlog ağırlıklı yeni kamerası X-S20 ve 8mm lens ile çektiğim fotoğraflardan birkaçını paylaşıyorum.
Sattığım makineleri özlemek, pişman olmak ve yeniden almak gibi huylarım var. Bunların başında iki kere satın aldığım Olympus Pen F geliyordu ancak yerini Ricoh GR III’e kaptırdı. Bu küçük canavarla yolum üçüncü kez kesişti.
Dijital fotoğraf makinelerine geçişim görece geç olsa da tıpkı filmli makineleri daha sık kullandığım dönemlerde olduğu gibi birçok farklı marka model kamerayı edinmek ve denemek istiyorum.
Geçtiğimiz dönemlerde ilk defa full-frame makine aldım ve bir süre onu kullandım. Dinamik aralık konusunda sunduklarını tattıktan sonra APS-C veya m4/3 sensörlerin beni artık asla tatmin etmeyeceğini düşünsem de gözüme yine Ricoh kestirdim. Zira benim stilime en uygun makine sanırım bu. Gerek boyutları gerekse teknik özellikleri çoğunlukla beklentilerimi karşılıyor. Bu makineye dijital fotoğraf makinelerinin LC-A’sı diyorum. Küçük ancak boyundan büyük işler yapmaya oldukça müsait. LC-A demişken, LC-A ailesi hakkındaki yazı için buraya, USSR versiyonu hakkındaki inceleme için ise buraya tıklayın.
Küçük boyutları ile pocket rocket olan Ricoh GR III, 35mm’de 28mm’e denk gelen 18.3mm f2.8 lense sahip. 23.5 x 15.6mm CMOS sensöre sahip makinenin ISO aralığı 100-102400. Küçücük gövdesine rağmen üç yönlü sensör sabitleme özelliğine sahip. Normal modda 0.1m – ∞, macro modunda ise 0.06m – 0.12m odak aralığına sahip.
makro modumakro modu
Tıpkı Olympus Pen F’te olduğu gibi önyüklü gelen siyah beyaz filtreleri oldukça iş görüyor. Nadiren sonuçlara dokunuyorum. Standart, Vivid, Monotone, Soft/Hard Monotone, Hi-Contrast B&W, Positive Film, Negative Film, Bleach Bypass, Retro, Cross Processing, HDR Tone film simülasyonları mevcut. Ayrıca iki tane de Custom seçeneğe yer verilmiş.
Sabit 3 inch TFT dokunmatik ekranın oranı 3:2. Type C kablo ile şarj olabiliyor ve bir tam dolu pil ile yaklaşık 200 fotoğraf çekme imkanı sunuyor. Pil ve hafıza kartları ile birlikte yaklaşık 260 gram olan makine, küçük ceplere bile sığabildiği için her an her yere taşınabilir bir canavara dönüşüyor. Bu da makineyi tercih etmemdeki en büyük sebeplerden birisi.
Biri önde, biri ise ekranın hemen sağ üst köşesinde iki teker bulunuyor. FN, Menu ve Display tuşlarının yanı sıra önizleme için Play tuşu ve dört yönlü kontrolcüye sahip.
Sony A7, sunduğu tüm teknik özelliklere rağmen doğası gereği oldukça kaba bir tasarıma sahip. Üstelik fotoğraf çekerken çıkan ses, gizli çekim yapma imkanını ortadan kaldırıyor. Kaba görüntüsü ise fotoğrafa konu olan insan veya hayvanı ürkütebiliyor. Bu da çoğunlukla kaçak göçek fotoğraf çekmemi engelliyordu. Elbette aynı anda hem aydınlık hem de karanlık noktalarda sunduğu sonuçların mükemmelliğini Ricoh ile karşılaştırmayacağım fakat şu aşamada ana kameram olabilecek bir makine değil.
Ricoh’un sevdiğim bir diğer yanı ise makinenin görüntü itibariyle yeterince profesyonel görünmemesi nedeniyle full-frame makinelerin alınmadığı birçok yere götürülebilme imkanı sunması. Örneğin full-frame makine ile bir konsere girememe ihtimaliniz çok yüksek.
Şimdilik makineyi JJC üretimi parmak desteği ve Ricoh üretimi deri çanta ile destekleyeceğim. Parmak desteği tutmayı kolaylaştırıyor. İlerleyen zamanlarda ise Ricoh’un da önerdiği ve boyutu neredeyse makine kadar olan Pentax AF201FG flaşı almayı planlıyorum. Belki yanına 28mm’yi 21mm’e dönüştürmeyi sağlayan lensi de alırım.
Ricoh ile çektiğim bazı fotoğrafları aşağıya bırakıyorum.
Makine hakkında daha fazla teknik bilgi almak ve GR IIIx ile karşılaştırmasını incelemek için tıklayın.
6-16 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilen ve ziyaretlerin ücretsiz olduğu sergilerden aşağıdakileri ziyaret etme şansını yakaladım. Bu ziyaretler sırasında çektiğim bazı fotoğrafları topladım.
Taksim Sanat – Bir Zamanlar İstabul, Faik Şenol
Bomontiada – Aimee Hoving, Joseph-Philippe Bevillard, Kata Geibl, Lorenzo Vitturi, Tina Signesdottir Hult, Christto & Andrew
Akaretler – Jonas Bendiksen, Enri Canaj, Felix R Cid, Magnum 75. Yıl Sergisi, Kayıttayız, Kayıp Manzaralar, Remix by Mixer, Create Next
St. Benoit Kilisesi – Floral Düşler
Taksim Sanat’ta yer alan Faik Şenol sergisi, doğup büyüdüğüm şehrin geçmişini bir kez daha görmüş olduğum için beni oldukça etkiledi. Her ne kadar metro çıkışında olsa da birkaç kişi dışında kimse olmadığı için rahatlıkla gezebildiğim bir sergi oldu. Bu sergiye ilk olarak tek gittim, sonrasında Beste ile bir kez daha gittik.
Taksim Sanat
Bomontiada’yı yağmurlu bir cumartesi günü gezdik. Bu nedenle bu sergi de oldukça boştu, eski Leica mağazası olan bölüm ve dördüncü kata konumlandırılmış bu sergide yukarıda ismini verdiğim altı farklı sanatçıya ait eserler yer alıyordu.
Bomontiada
Pazar günü ise önce Taksim Sanat’a gittik. Sonrasında İstiklal’i yürüyüp Galata’dan kendimizi aşağı saldık ve St. Benoit’daki Floral Düşler sergisine gittik.
İstiklal Caddesi
Kiliseyi daha önce görmediğim için sergiden çok kilise benim ilgimi çekti ve onu inceledim. Malum dijital çalışma nedeniyle inanılmaz kalabalık olan ve sosyal medyaya içerik üretmek isteyen kişiler nedeniyle çok fazla durmak istemediğim sergiden çıktık ve kendimizi Köşkeroğlu’nda bulduk. Katlı otoparkın yıkılması nedeniyle asıl yeri kapalıydı.
Sonrasında Beşiktaş’a geçerek Akaretler’de yer alan sergileri gezdik. Benim burada ilgimi çeken ilk sergi tabii ki Magnum 75. Yıl Sergisi oldu. Aynı şekilde Kayıttayız da oldukça keyifliydi. Murat Abbas, Kanat Atkaya ve Burak Sülünbaz’ın plak koleksiyonlarından yola çıkan sergi müzik tarihinden kareler ve hikayeleri barındırıyordu. Enri Canaj’ın Avrupa’daki göçmen ve savaş mağdurları hakkındaki çalışmaları ise bir o kadar etkileyiciydi.
Yashica Mat 124 G, tlr (twin-lens reflex) olarak bilinen analog orta format makinesi türünde fiyat performans oranı en yüksek makinelerden birisidir. Günümüzde hâlâ Rolleiflex’lerin yarısından bile ucuz fiyata edinmek mümkündür.
Kısaca twin lens reflex’i de açıklayacak olursak, makinede yer alan lenslerden üstteki, ayna düzeneği yardımıyla görüntüyü vizörden izlemeye yarar. Alttaki ise fotoğraf çekimini gerçekleştiren asıl lensimizdir.
80mm f:1.2.8 Yashinon lens (Vizör görüntüsünün geldiği lens)
1 metreden sonsuza odak aralığı
Diyafram aralığı f1:3.5-32
Enstantane aralığı 1/1-500
25-400 ISO film hızını destekliyor.
Evrensel tripod yuvası yer alıyor. B (Bulb) modu bulunuyor. Deklanşör kablosu girişi mevcut.
Dahili flaşı bulunmuyor ancak harici flaş takılabiliyor.
Gücünü bir adet PX625A pilden alıyor.
Kullanım
Bu makine benim kullandığım ilk orta format makine. Bir arkadaşımın dedesinden kalan bu makine hâlâ ilk günkü kondüsyonunda sayılır. Pozometresi çalışıyor, vizörü ise oldukça temiz.
Görüntünün Y ekseninde simetrisini vizörde gördüğünüz için fotoğraf çekerken, özellikle objeyi konumlandırmada ve simetriyi sağlamada bir miktar zorlanıyorsunuz. Alıştıktan sonra ise fotoğraf çekmediğiniz anlarda dâhi kendinizi vizörden etrafı izlerken yakalayabiliyorsunuz.
Makinenin sol tarafında yer alan tekerlek ile netleme işlemini gerçekleştiriyor, lenslerin ortasında yer alan iki teker ile diyafram ve enstantaneyi ayarlayabiliyorsunuz. Her iki iğnenin üst üste gelmesi, değerlerinizin doğru olduğu anlamına geliyor.
Orta format, poz başı maliyet ve makinenin bir kilodan da fazla ağırlığı nedeniyle çok sık tercih ettiğim bir yöntem olmasa da elimin altında böyle bir makinenin olması ve tüm özelliklerinin sorunsuz çalışması son derece mutluluk verici. Kaldı ki bu makine için söylenebilecek tek olumsuz şey yaklaşık 1100 gram olması. Pozlama süresinin uzadığı bazı anlarda makineyi oynatmamak için büyük efor sarfetmek gerekiyor.
Makine ile çektiğim fotoğraflardan bazıları aşağıda yer alıyor. Tamamını görüntülemek için 120mm sayfasını ziyaret edebilirsiniz.
Canon AE-1, 35mm fotoğrafçılıkla ilgilenen birçok insanın bir şekilde adını duyduğu, sahip olduğu, deneyimlediği veya gördüğü makinelerin başında geliyor. Özellikle sosyal medya kullanımının artmasıyla, eskiye olan özlemle, makinenin bir obje olarak moda ikonu hâline gelmesi ile son derece popüler olan bu makine, artan talebin de etkisiyle birlikte fiyatıyla cep yakıyor. Bu işin kurdu diyebileceğimiz kişiler görece ucuz alternatiflerine yönelip fotoğraf çekmeye bir şekilde devam etse de doğrudan bu makineyi isteyen insanlar yüksel bedeller ödemek durumunda kalıyor.
Teknik Özellikler
FD 28mm f1:2.8 lens
0.3 metreden sonsuza odak aralığı
Diyafram aralığı f1:2.8-22
Enstantane aralığı 1-1000
25-3200 ISO film hızını destekliyor.
Evrensel tripod yuvası bulunuyor. B (Bulb) modu bulunuyor. Deklanşör kablosu girişi mevcut.
Dahili flaşı bulunmuyor ancak harici flaş takılabiliyor.
Gücünü Alkaline-manganese 6V veya Silver Oxide 6V’den alıyor.
Kullanım
Gövdenin hissiyatı, deklanşöre bastığınız anda aynanın çıkardığı ses gibi şeyleri aktarabilmem mümkün değil ancak bu makine ile fotoğraf çekmek gerçekten de ayrı bir tat veriyor. Bu yüzden de piyasası ne kadar artmış dâhi olsa fiyatların hâlâ hakkını verdiğini düşünüyorum.
Enstantane öncelikli moda sahip bu makinede diyafram önceliği yer almıyor. O özellik, AE-1 Program’da yer alıyor. Ters ışık kontrolü ve diyafram önizlemesi mevcut. Tamamen mekanik olmaması orta-ileri düzey kullanıcıları pek mutlu etmese de pilin kullanım süresi oldukça fazla.
Lensimin sıfır kondisyonda, aynamın da tertemiz olması nedeniyle objeleri netlerken hiçbir sıkıntı yaşamıyor, herhangi bir rangefinder makine ile fotoğraf çekiyormuş gibi rahat ve hızlı kullanım gerçekleştirebiliyordum. Çoğunlukla sokak fotoğrafçılığı yaptığım için bu türde makineleri kullanmak benim için çok verimli olmuyor. Her ne kadar teknik yeterlilik konusunda sıkıntısı olmasa da bu tür makinelerin görünümü profesyonel bir izlenim bıraktığı için çekmiş olduğum modellerde rahatlığı yakalamakta güçlük çıkarıyor, habersiz fotoğraflar çekmemi mümkün kılmıyordu. Üstelik aynasının sesi kulağa her ne kadar güzel gelse de dikkat uyandırabilme potansiyeli oldukça yüksek. Tabii ki bu saydığım olumsuz durumlar benim özelimde geçerli, zira makine üzerinde düşeni oldukça güzel bir şekilde yerine getiriyor.
Bu makine ile çekmiş olduğum fotoğraflardan bazılarını aşağıya bırakıyorum.