Sinemaya gitmek, hayatın bütün problemleri devam ederken çok güzel ara verme biçimlerinden birisi. Salona girdiğim andan itibaren filmin evreninde olduğumu hayal ediyorum ve her şeyi o evrende değerlendirmeye çalışıyorum. Ortalama iki saat boyunca günlük hayatın stresinden, derdinden uzak kalabilmek bir nebze olsun iyi hissettiriyor. Telefonumu kapatıyor, koltuğa gömülüyor ve anın tadını çıkarmaya çalışıyorum. Görüntüsüyle, sesiyle; tadını çıkarabildiğim kadar çıkarmaya çalışıyorum.
The Matrix Resurrections’ın vizyona çıkmasıyla Beste ile kendimizi sinemaya atmamız bir oldu. Filmin fragmanını izledikten sonra beklentim oldukça düşük seviyede kaldığı için filmden çıktığımda hayal kırıklığı yaşamadım. O nedenle yorum yapmaya dâhi gerek görmediğim bir yapım olmuş. Emeği geçen herkesin Allah belasını versin. Söyleyecek başka bir şey bulamıyorum.
Benim asıl değinmek istediğim, filmi izlediğim salonda yer alan 8-10 kişilik ergen arkadaş grubu ve film zevkimizin içine etmekten kaçınmayan davranışları. Ortalama bir Starbucks mağazası gibi salona girip çıkmalarından tüm film boyunca susmamalarına, telefonla oynamalarından ağızlarını şaplata şaplata bir şeyler yemelerine baştan sona facia gibi bir sinema deneyimiydi. Her ne kadar film arasında sözlü uyarsam da ikinci yarıda da devam etmeleri, zaten beklentimin yerlerde olduğu bir filmde daha da canımı sıktı. Filmin ilk yarısının ortalarında flaş açık bir şekilde elini kolunu sallaya sallaya salona dalan ikilinin tavırları ise hepten moralimi bozdu.
Ülkedeki yozlaşma, görgüsüzlük, yazılı olmayan kurallara uymama vesaire her konuda ve her alanda kendini bir şekilde hissettiriyor.