Üniversiteden mezun olduğumda ailem ile birlikte bir otomobil almak için kolları sıvadık. O dönemki bütçemiz sıfır B sınıfı (Polo, Clio vb.) veya ikinci el C sınıfı (Golf, Megane, vb.) modellere yetiyordu. Hem bagaj hacmi hem de iç hacim genişliğini düşünerek ikinci el C sınıfı modellere bakmaya başladık. Üstelik TL gün geçtikçe değer kaybediyor, her yeni sene ile birlikte gelen otomobiller donanım olarak çıplaklaşıyordu. Biraz da bu nedenle C sınıfı ve birkaç yıllık bir otomobil daha mantıklı geliyordu.
O dönem Bahçeköy’de oturuyorduk ve günde yaklaşık 30 km civarı yol yapıyordum. Bu nedenle önceliğim dizel motorlu bir model seçmekti. Üstelik Beste Ankara’da yaşadığı için sık sık uzun yol yapacaktım. 100 kilometrede ortalama 5, 6 litreler ile gezmek şimdi bile büyük lüks. Üstelik sağ ayağımı dizginleyebildiğime 4 küsürlü değerlere inmek çok da zor değildi.
Otomobili sadece ben kullanacaktım. İlk otomobil için beklentilerim çok yüksek değildi. Mekanik anlamda az sorun çıkaracak, genç işi bir hatchback otomobil arıyordum. Beyaz renk bir Fransız olmasın yeter diyordum. Çok büyük konuştuğum için yolum 2012 Renault Megane III 1.5 dCi ile kesişti.
Boş ağırlığı yaklaşık 1.3 ton olan model için 110 beygirlik motor görece yeterli geliyordu. Turbo sayesinde alt devirler ölü değildi ancak gerek ara hızlanmalar gerekse son hız konusunda çok da mutlu etmeyen bir deneyim sunuyordu. Özellikle yolcu ve biraz yük olduğunda ivmelenmek biraz daha zor hâle geliyordu. Kadranda tepe orta noktada bulunan hız değerinin bir otomobil için en ideal sürüş hızı olduğunu düşünürüm. Bu otomobilde 110 idi ve gerçekten de 110’dan sonra gerek ses gerekse konfor giderek daha kötü hâle geliyordu. Bir Gelibolu ziyaretimizde arkada oturan arkadaşımla konuşmaktan sesim kısılmıștı.
Otomobilin öne çıkacak hiçbir donanım opsiyonu yoktu. Hissiz bir direksiyon, düşük yalıtım kalitesi, monokrom ekrana sahip basit bir bluetooth özellikli radyo. Olabildiğince basit, genç işi olmayan, sıkıcı bir Fransız aile otomobiliydi ancak ilk otomobil olduğu için oldukça özel bir yere sahipti. Bugün bile beyaz bir Megane 3 görünce dönüp plakasına bakıyorum.
Kol dayaması, içinde iş görecek büyüklükte bir depolama alanı bulunuyordu. Vites kolunun olduğu kısımda kullanışlı bir bardaklığı vardı ancak yolcunun kullanabileceği diğer bardaklık, klima konsolunun altına konumlandırıldığı için uzun şişeleri koymak ve almak mümkün değildi. Alınacak bir sonraki otomobilde bakacağım özelliklerden birisi olacağını henüz yeni almışken fark etmiştim.
Kliması kış aylarında ısıtmada, yaz aylarında ise soğutmada yetersiz hissettiriyordu. Antalya yolunda en son ayarda dâhi soğutamaması yüzünden camı açmam ve gelen sıcak hava dalgasını hissetmemle camı kapatmamı asla unutamıyorum. Kış aylarında ise ofise vardığımda anca ısınıyordum. Bahçeköy’de mont ve bere ile otomobil sürmek olağan gelse de Şişli bölgesine gelince insanların garip bakışlarıyla karşılaşıyordum.
Satışını yaptığım gün yeni sahibi beni ofisime bırakmıştı. Arkasından baktığımda duygulanmıştım. Hem ailemin yaşadığı korkutucu sağlık problemlerinde tüm ulaşım sorunumuzu çözmüştü hem de beni Beste ile biraz daha yakınlaştırmıştı. İstanbul Ankara arası yaptığım her yolculukta yolun farklı bir detayını keşfediyordum. Birkaç senede neredeyse 100 bin kilometre civarı yol katetmiştim. Park ettiğimde dönüp bakacak kadar seviyor muydum, sanmıyorum. Lâkin sahip olunan ilk otomobil olmasının getirdiği duygusal bağı asla inkar edemiyorum.
Hâlâ Ankara yoluna çıktığımda aklıma o günler geliyor, dinlediğim şarkıları mırıldanıyorum. O gidiş gelişlerde edindiğim alışkanlıkları yad ediyorum. Kurtköy’deki Mehmetçik Vakfı’nda durup bir kahve almak, Bolu’daki Highway’de kısa bir duraklamak vb. gibi…
Leave a Reply